29 Ocak 2011 tarihinde Sabah’ın web sitesini açanları şu başlık karşıladı: “KAHIR”E. Kahire’deki halk ayaklanmasını ele alan Sabah, Mısır Halkı’nı, Mübarek’in halkın hoşnutsuzluklarıyla ilgileneceğine dair açıklamasına rağmen sorun çıkarmakla eleştirmekle kalmadı, yaşanan olayları bir dram gibi haberleştirdi, sokağın ve ülkenin hakimlerini yağmacı ilan ederken, muktedirden yana tavrını, artık yandaşlığın kronikleşmesinden mi bilinmez, korumaya ısrarla devam etti.
Elbette sadece Sabah’ın ya da neoliberal medyanın perspektifinden bu olayı incelemekle kalmamalıyız. Bugün Mısır’da yaşananlara bile böylesine mütereddit yaklaşan, halkla arasına her daim bir mesafe koyan gazetecilerin yaptığı diğer hayati hatalara değinmekte büyük fayda görüyorum. Mısır’daki, Tunus’taki olaylara tüm dünya kilitlenirken, Arap ülkelerinde gerçekleşen bu büyük değişim herkesin “acaba” demesine neden olmuşken; birçoğunun Mısır’da ortakları, fabrikaları olan Türkiye Sermayesi’nin olaya farklı bir tepki vermesini bekler miydiniz? Örneğin Türkiye’nin tekstil üretiminde öne çıkan şehirlerinden Bursa’nın şirketlerinin Mısır’la yaptığı devasa miktarlara ulaşan üretim anlaşmalarının böyle bir devrimden zarar görme oranı, ne zaman halkın yeniden doğuşu kadar mühim oldu ki? Bunu da geçelim, Orta Doğu’da garip bir biçimde otorite olarak konumlandırılmış dokunulmaz gibi görünen bölgeye, yani Mısır’a birinin dokunması kimin işine gelebilir ki?
Bugün var olan ile yeni arasında ayrım yapmadan önce değişime karşı olanların, bu haberleri yapanların tam olarak neye karşı olduklarını düşünmek şart. Otoriter modernleşme karşıtlığı olarak olan biteni anlatanlar, yeni gelenin gücünü, dönüştürme kuvvetini küçümsüyorlar, çünkü medya ve sesi olduğu alan her daim yukarıdan bakmanın, ön görebilmenin, egonun kalesi olmuştur. İşte bu yüzden, bu aralar ne zaman dirense TARİŞ işçileri, ne zaman dayak yese öğrenciler, dünyanın herhangi bir yerinde halkın yumruğu vursa muktedire, böylesine derin bir korkuyla bakıyorlar ve hızla kötülemeye başlıyorlar. Büyük teorisyenler, her şeyin bilicileri, fabrikasyon yazarlar ısmarlama yazılarla bize istikrardan bahsediyorlar, ekonomik bütünleşmelerden...
Yine de biz, insanla holding gazetecileri arasındaki farkı bilecek kadar yaşadık sanırım. Her şeyin ötesinde, dava edilen muhabir/yazar arkadaşlarına e o da biraz fazla sivri dilliydi diyebilen bir mesleki mekanizmanın ahlâk ve haysiyet gibi kavramlardan ne kadar haberdar olabileceğini biliyoruz.
POSTA-NASYONALİZM VE FACEBOOK’UN AHLÂK BEKÇİLİĞİ
Geçtiğimiz haftanın meslek adına sanırım en utanç verici eylemlerinden birine de Candaş Tolga Işık imza attı. Garip bir biçimde dönem dönem Kürtlerle ilgili “olumlu” denebilecek yazılar da yazmışolan Işık’ın Kürt halkını ahlâksızlıkla suçlamasını bir yana bıraktım, ülkesinin gerçekleri gereği, onları temsil eden bir kanalı izlemek adına uydu almak zorunda kalmış insanların hepsini hedonist ve ahlâksız ilan etmek bir insanın salim kafayla yapacağı bir iş değildi.
Gerçi Türkiye’de logosunda Türk Bayrağı, Türkiye haritası gibi banal milliyetçilik figürleri bulunduran yayınların dünyasında yaşadığımızdan biz farkında olmayabiliriz; ancak okurla sadece “Kürt”, “Türk” kimlikleri üstünden değil, sınıf, insan hakları gibi açıdan ilgi kurmayı becerememiş, Anadolu’da yaşayanların görgü ve geleneklerinden uzak birinin bakış açısının daha derin olması beklenemezdi.
Yine de şu noktada dünyanın da bizden ileri durumda olduğunu söyleyemeyiz. Sosyal paylaşım ağı Facebook’ta LGBT aktivistlerinin hesaplarının sistematik olarak kapandığına dair ciddi veriler var. Benzer durum sosyalist, özgürlükçü aktivistler için de geçerli. Özellikle belirli profillerin çeşitli gerekçelerle raporlanması, yeni kamusal alan diyebleceğimiz internette de bazı gruplara yer tanınmadığı gerçeğini anlatıyor. İnternet, sokağın minyatürü haline geliyor. Sanal dünya yalan diyenler yanılmasın, ırkçılığın, heteroseksizmin ve faşizmin sözü orada da geçiyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder