Küresel muhalefet ile enternasyonal muhalefet arasındaki fark nedir? Bugün, tüm dünyada gelişegelen sivil toplum siyasetinin 100 yılı aşkın süredir var olan devrimci mücadelenin diline karşı açtığı savaşın aslında özne olarak devrimci mücadelenin ta kendisine verdiği zararı nasıl reddedebiliriz. İngiltere’de ve tüm dünyada ‘sakıncalı kadın-militan yazar’ adledilen Agora Kitaplığı yazarlarından Arundhati Roy yeni dünyanın suskun siyasetine karşı başka bir siyaset öneriyor. Dövizlerden lolipoplara evrilen zararsız, devletin arka bahçesinde yürütülen siyasete karşı bayrak açıyor. Roy cumhurbaşkanlarının masalarında oturmaktan keyif duyan sivil toplum önderlerinin dünyasında bir ‘anti-heroine’ ama varlığı Hindistan’ın ormanlarındaki Maocu gerillalardan dünyanın tüm vazgeçmemiş öznelerine dek birçok insana ses olmak adına bir fırsat.
Hindistan’ın Türkiyeli Hâlleri
Bir yazar olarak Roy’u okurken öncelikle Roy’un siyasal perspektifini oluşturduğu toprakları ve o toprakların hikayesinin bizi anlatıyor olması. Özellikle Devrimci Karargah davası sürecinde ortaya çıkan ‘masumiyet karinesi’ kavramı etrafında dönen tartışmalar Hindistan’da POTA denen bir protokol çevresinde şekilleniyor. Ve bu protokol aslen halihazırda var olan tüm adalet mekanizmalarının bir reddi anlamına geliyor. POTA’nın uygulanışında en önemli rol de medyanın. Zaten artık ünlü dördüncü güç medya kuramı kendini bir kez daha doğruluyor. Yasama, yürütme ve yargının kolluk kuvveti olarak medya dünyanın tüm ‘gelişmekte olan’ ya da doğru deyişle kapitalizmin en vahşi kulvarına evrilmekte olan ülkelerinde aynı biçimde çalışıyor. Hindistan’da bir aile başına düşen yıllık tüketim kilogram bazında 100 KG’nin altına düşerken, 10 yıllık bu gerileme hadisesine rağmen Bollywood’dan Hindistan medyasının önde gelen kanallarında hala parlayan Hindistan’ın reklamları süregelmektedir. (Roy,2007,s. 71-74)
Bir başka parlayan ülke olarak Türkiye’de ise bugün üstünde tartışamadığımız şeyler var. Bunların birincisi de ana muhalefetin zayıflığı ve özünde muhalif bir tutum sergilemiyor oluşu. İşte bu noktada toplumsal muhalefet mekanizmalarının tamamının sivil toplum etrafında tezahür ettiğini görüyoruz. Roy bu meseleyi şöyle açıklıyor:
Bir şeyi fonladığınızda onu bağımlı hale getirirsiniz. Kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelir. Örneğin, Hindistan’daki büyük şirketlerin sanatçıları, yazarları, aktivistleri fonlayan bağlantıları vardır. Büyük maden fabrikaları üniversite kurarlar, bütün bir dağı delerken çevrecilere fon yaratırlar. Oldukça gerçek görünebilen sahte bir muhalefetin oluşumuna katkıda bulunurlar böylece, bu sahte muhalefet çok radikal de görünebilir, ancak yine de kontrol edilir.
“Birini fonlamak onu öldürmekten çok daha akıllıcadır”
NTV’de yaz gelmesiyle başlayan yeşil ekran bu sivil toplumcu bakış açısının bir ürünüdür. Bu ekran dahilinde program yapanların Doğuş Holding bünyesinde doğayı koruyan entelektüeller olduğunu söylemek yerindedir. Peki bu kiralanmış vicdan süreci ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Hele ki Doğuş Grubu’nun sahibi olduğu Garanti Bankası’nın Hasankeyf tarih ve çevre katliamını maddi olarak örgütleyen krediyi veren banka olduğu düşünüldüğünde bu durum iyice açığa çıkıyor. Peki bu varlık içerisinde, örneğin geçen yıl bu kanalda Yeşil Ekran’da program yapan Tuncel Kurtiz’in ekolojist perspektifi ne denli tutarlıdır. Aslında Roy bir cümleyle durumu çok güzel özetliyor: Birini fonlamak onu öldürmekten çok daha akıllıcadır. (2007, Roy, s. 255)
Bugün halkla ilişkiler ve reklamcılık tipi bölümlerde en yoğun ilgiyi gören konu başlığı şudur: Sosyal Sorumluluk Kampanyaları. İlk olarak sivil toplumun kapitale değen bu kısmına parmak basmakta fayda var çünkü bugün Türkiye’de ‘dev kuruluşlar’ sosyal sorumluluk süreçlerini bir rant ağına çevirmiş durumdalardır. Özellikle dikey değil yatay kapital örgütlenmesi yürüten kimi kuruluşlarda (bkz: Doğuş Holding) durum iyice karmaşık bir hâle gelmektedir.
Bir başka alan da modern sanattır ki, her imza kampanyasının ardında imzasını gördüğümüz entelektüellerin ve sanatçıların bu tarz ‘modern sanat’ pazarlama kurumlarında başrol oynadıklarını söylemek sanıyorum ki hiç de maceracı bir söylem olmayacaktır. STK’ler ve dolayısıyla kapitalin hayata reklam amaçlı dokunan kısmı böyle bir yanılgı yaratmaktadır. Örneğin çok bilindik bir sanatçı, İstanbul 2010 projesinden aldığı belirli bir bütçe nedeniyle Kadir Topbaş’ın muhteşem (!) çevre politikalarına ya da İstanbul’un yeniden betonarmeleştirilmesi sürecinde ve Kanalistanbul’da doğanın baştan insanca ‘fethedilmesine’ şerh koyamıyor oluşu tam da bu inorganik ilişkinin sonucudur. Kapitalin bağlayıcılığının doğal sonucu. Amacım burada bireyler üstünden bir tartışma yaratmak değil; ancak reklamın illüzyonu etrafında kurgulanan sosyal sorumluluk projelerinin yerini ve bu projelere omuz verenlerin içinde bulundukları yanılgıyı vurgulamak, o kadar.
“Sivil Toplum Yeni Soldur” Yalanı
Sol muhalefetin yerini almaya çalışan sivil toplum muhalefetinin sorunları ise bambaşka bir noktaya işaret eder. Bugün halihazırda görmekte olduğumuz sivil toplum Hegel’in sivil toplum kuramının bir üst aşamasıdır. Hegel’in kafasında kurguladığı modelde sivil toplum, benzer mesleki-ekonomik öznelerin dikey bir formda olsalar bile bir arada örgütlenmeleri sürecidir. Örneğin maden patronları ile madencilerin bir arada örgütlenişi; buradaki sınıfsal perspektif eksikliğini görmek için aslında Marx olmaya gerek yok; ancak Hegelci Sivil Toplum bugün üstüne bir de politik olma iddiasındadır ki bu politiklik bir perde arkası siyasetidir.
Sol muhalefetin yerini almaya çalışan sivil toplum muhalefetinin sorunları ise bambaşka bir noktaya işaret eder. Bugün halihazırda görmekte olduğumuz sivil toplum Hegel’in sivil toplum kuramının bir üst aşamasıdır. Hegel’in kafasında kurguladığı modelde sivil toplum, benzer mesleki-ekonomik öznelerin dikey bir formda olsalar bile bir arada örgütlenmeleri sürecidir. Örneğin maden patronları ile madencilerin bir arada örgütlenişi; buradaki sınıfsal perspektif eksikliğini görmek için aslında Marx olmaya gerek yok; ancak Hegelci Sivil Toplum bugün üstüne bir de politik olma iddiasındadır ki bu politiklik bir perde arkası siyasetidir.
Sivil Toplumdan 133 Cesur Yürek Çıkar mı?
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da 133 kadar kişinin imzasıyla açıklanan bir bildirgeyi hatırlatmakta fayda var ve elbette Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can’ın konu ile ilgili yazdığı yazıyı. Ne diyordu Eyüp Can?
Onlar ’133 Cesur Yürek’. Birbirine taban tabana zıt fikirleri savunan 133 sivil toplum kuruluşu dün Diyarbakır’da yeniden buluştu…
Eyüp Can’ın bir başka müthiş tespiti de şöyle geliyordu:
Aralarında Ticaret ve Sanayi Odası da var, GÜNSİAD, DİSİAD ve Diyanet Sen de… En son geçen yıl bu zamanlar bir araya gelmişlerdi. Niçin biliyor musunuz? PKK’ya karşı ortak bildiri’ yayımlamak için. İstanbul’da PKK’ya karşı bildiri yayımlamak kolay, onlar en zor zamanda Diyarbakır’da kelle koltukta zor olanı yaptılar.
Bu 133 cesur sivil yürek nasıl tekrar tanımlanır peki? Bu ülkede garip bir biçimde bir Devlet-PKK eşitlemesi varken, Kürt iradesi ile devlet iradesi kamuoyu gözünde eşitlenmeye çalışılırken ‘Sivil toplum cesareti’ olarak adladırılan şey nedir? Devletin diliyle devlet dönüştürülebilir mi? Bugün sarı sendikalarla sendikal mücadele nasıl iş ve işçi bulma kurumuna döndürüldüyse, AKP’nin sivil toplumu da bir siyasal iletişim aracı olarak kullandığının farkında değil miyiz? Hangi sivil toplumdan bahsediyoruz? Tamamı beyaz yakalı ‘makul kürt’ nüfusundan oluşan sivil toplumun yapıtğı devlet dilindeki açıklamalar bizim için ne zaman muteber oldu?
Bir başka mevzu ise Avrupa Birliği gibi kapitalist organizasyonlardan nemalanan sivil toplum. Sanırım birini öldürmekten daha acılı olarak Roy’un tanımladığı kapital hegemonyanın vardığı en ölümcül nokta tam da bu olmalı.
Roy bugün plastik entelektüellerin evrensel bazda düştükleri ‘küresel entelektüel kriterleri’ ile fonlanan bir entelektüel konumunda olmadığından, yeri geldiğinde Hindistan’ın iç bölgelerindeki gerilaların sözcülüğünü yapabiliyor. Tabii, burada da şu durum ortaya çıkıyor: Roy neden modern yaşamın ortasında yaşamayı tercih ediyor?
Açıkçası Roy, modern yaşamın ortasında olmama tercihini söz söyleme yetisini kullanabilirliğine bağlıyor. Sözün ve eylemin tamamlayıcı işlevlerini göz önünde bulundurarak tamamlama kısmının sözle ilgili olanını yapıp moderniteyle savaşımı bu alana taşımak, genel olarak ‘sivil’ tabir edilen ‘liberal’ siyasetin tahakküme boyun eğen sınırlarıyla savaşmak istiyor.
Tabii ki bu Roy için üç aşamada problem yaratıyor: Birinci aşama şu ki, Roy hiçbir şekilde entelektüel camiadan kolaylıkla destek alamıyor, çünkü entelektüel camia her tarafı modernitenin bütçe mekanizmalarıyla sarılmış bir camia. İkinci aşama da şu ki Roy’un alanda legal bakımdan hem İngiltere hem Hindistan’da uğradığı bir baskı söz konusu ki bu entelektüel bir baskı değil. Bu legal bir baskı. Bir başka baskı ise, Arundhati Roy’un Maoculuk konusunda ideolog sayılması ile ilgili. Roy kendini bir Maocu ideolog olarak gölmediğini ancak direnişin safında yer tuttuğunu söylüyor. Kısacası o ne entelektüel bağımlılık hastalığından mustarip ne de sıradan bir partizan. Her noktada eleştirelliğini koruyan bir fikir militanı.
Militan kelimesinin hepimize böylesine yasaklandığı bir dönemde, bir çıkış kapısı olarak Arundhati Roy kitapları raflarda bizi bekliyor. Yarına devletin çizdiği haritaların eylem alanlarından değil, kendimize ait sokaklardan bakmamız için.
1) Roy, Arundhati. (2007) Ne kadar derine kazacağız? Çekirgeleri Dinlemek. Agora Kitaplığı
2) Roy, Arundhati. (2007) STK yapmacıklığı değil, gerçek mevzi mücadeleler. Çekirgeleri Dinlemek. Agora Kitaplığı
3) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1054315&Yazar=EY%DCP%20CAN&Date=16.07.2011&CategoryID=98
2) Roy, Arundhati. (2007) STK yapmacıklığı değil, gerçek mevzi mücadeleler. Çekirgeleri Dinlemek. Agora Kitaplığı
3) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1054315&Yazar=EY%DCP%20CAN&Date=16.07.2011&CategoryID=98
Bu yazı Mesele’nin 56. sayısında yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder