O bir demokrat. Tahsilli bir kadın, sivri laflar ediyor, genç ve sivil olanların yanında yürüyor. O kadar bilgili ki biz sosyalistlere kim bilir kimden duyduğu rivayetleri tarihimizmiş gibi anlatıyor. O, özellikle de eş cinsellerin ne bu dünyada ne öbür dünyada “doğru yolu” bulamayacağını hepimize hatırlatıyor. Ne mutlu ki o var, aksi halde biz tüm yolunu kaybetmiş zavallılar, bu ipsiz sapsız sürü günah çukurunda kendi pisliğimizde boğulacaktık. Bu yazı Yeni Şafak’ın tazesi, Taraf’ın eskisi Hilal Kaplan’a adanmıştır.
Hilal Kaplan’ı tanımayanlarınız için bu giriş bir şey ifade etmiyor olabilir. Hilal Kaplan, Türkiye’deki LGBT düşmanlığının resmi aile patroniçesi Aliye Kavaf’la birlikte bayraktarıdır. Kendisi “hamdolsun” ki bu dünyaya, İslamcıların ne kadar demokrat ve aydın insanlar olduklarını, kendileri dışındaki hayat tarzlarına pek tahammül etmeseler de bunun mühim olmadığını, nefret suçu işlemenin o kadar da “berbat” bir şey olmadığını anımsatmak için gelmiştir.
Kendisini yazımıza konu yapan ise Bawer Çakır’ın Bianet’teki haberi. Haber şöyle: Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Hilal Kaplan “Durde!” ve Sosyal Değişim Derneğinin 16-17 Nisanda Lütfü Kırdar Kongre Merkezinde düzenleyeceği “Uluslararası Nefret Suçları Konferansı”ndan lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellerin (LGBT) tepkileri nedeniyle çekildi.
Hilal Kaplan’ın dünya okumasına göre tanımlarsak “Günah teknesinin yolcuları” olarak yıllardır homofobi ve transfobi ile mücadele eden LGBT hareketi İslamcıların bugün ülkede kendilerini iktidara taşıyan “mazlum edebiyatı”nın son kalelerinden Hilal Kaplan’a karşı başlattıkları kampanyada başarıya ulaştı. Hilal Kaplan bunu gizli ulusalcı bir hareket olarak tanımlar mı bilemeyiz; malum, demokratlarımızın sosyalist olan her şey ulusalcıdır teziyle hepimize tezek kokusu sürmesi alışkanlığımızdır; ancak LGBT hareketinin yapısından ve neden Türkiye’de, özellikle de medya için önemli olduğundan bahsetmek boynumun borcu.
LGBT hareketleri Türkiye’de zamanında feministlerin bile dışladığı, hatta bazı feminist grupların acaba beraber yürüsek mi diye eylemlerde hala çekince ile yaklaştığı gruplardır. Yıllar önce Ekşi Sözlük’te rastladığım bir tanım vardı: Dersimli, Sosyalist, Alevi, Kürt, Lezbiyen. Neredeyse tümü “ötekiliği paketiyle birlikte gelen” bu sıfatlara sahip olan biri için hayatta kalmanın, Sünni heteroseksüel coğrafyamızda ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Bu anlamı kolay kolay idrak edilemeyecek bir sürgünün ifadesidir. LGBT hareketi sokaklardan, kiralık apartman dairelerinden, vakıflardan, yürüyüşlerden, her yerden sürgündür. Katıldıkları 1 Mayıslarda “iktisadi liberalizm” yanlılarının bile adı çığlık çığlığa yankılanırken ne yazık ki hâlâ Türkiye Solu’nda bile “acaba söylesek mi” sorusunu sordurandır.
İşte bu yüzden tam şimdi konferanstaki moderasyon görevi iptal edilen yüce köşe yazarı, had bildiricimiz Hilal Kaplan’ın yaptığı politik açıklamayı iyi okuyun: “Katılıp orada düşüncelerimi söylemek genel yaklaşımı eleştirmek de bir yoldu ve bunun için gidecektim, ama şu an gelinen noktada katılmamanın daha doğru olacağına karar verdim ve bunu konferans düzenleyicilerine de bildirdim.”
Liberal dilin bize yaptığı en büyük kötülük olduğunu düşündüğüm politik doğruculuk çerçevesinde düşünülünce Kaplan’ın açıklaması gayet “temiz ve yerinde”. Peki ya açıklamayı mütakiben Twitter’dan gelen “Ama eş cinsellik hâlâ günah” açıklaması?
Hilal Kaplan bu “Bana ne, benim dediğim doğru” mantığıyla Yeni Şafak’tan Akit’e oradan da çocuklara sevgisiyle bilinen fikirdaşı Hüseyin Üzmez’le birlikte çocuk esirgeme kurumuna tayin olursa şaşırmayın. Buradaki bürokratlık evresinden sonra bir sonraki genel seçimlerde vekil seçilip bakanlığı döneminde Aliye Kavaf’ın yarıda bıraktığı “Eş cinselliğin hastalık olduğu yargısını yayma” misyonunu yerine getireceğine kendi adıma eminim. Hilal Kaplan hala Yeni Şafak gazetesinde yazıyor ve LGBT bireylerden nefret ediyor. Biz mi, biz sadece 2011 yılındayız ve çığlık atmaya çalışıyoruz. Bize başka şans verdiler mi sanki?
15 Nisan 2011 Cuma
12 Nisan 2011 Salı
Umut Güner: “Türk heteroseksüel, orta sınıf erkek iktidarını sorgulamayan bir LGBT hareketi mümkün değil!”

Sarphan Uzunoğlu: Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğin için sağol. Bir insan hakları ve LGBT aktivisti olarak tanımlıyorum ben seni; ama sahiden, ne yapar bir aktivist? Günlük olarak nelerle uğraşıyorsun?
Umut Güner: Soruyu irdeleyerek başlamak istemem ama kendimi aktivist olarak nitelendirmiyorum. Yaptığım şey aslında sıradan yaşadığı kentle, sosyal çevreyle, işiyle, ailesiyle yada her hangi bir şeyle derdi olan birinin yapması gereken şeyler olduğunu düşünüyorum. Aslında herkes kadar benim de derdim var. derdlerimi dile getiriyorum sadece. Aktivist misin sorusuna geyik olsun diye ben genellikle pasifistim diye Kaos GL aktivisti ne yapar diye sorduğunda ise, öncelikli olarak en temel sorun alanlarından biri medya olduğu için sanırım medya eleştirisi yapabilmek ve haberi homofobi ve transfobi karşıtı bir bakış açısıyla haberi irdelemek gerekiyor. Biz Kaos GL’de yazılı ve yeni medyada yer alan LGBT’ye ilişkin bütün haberleri tarıyoruz. Bu kapsamda belirlediğimiz ve uzlaştığımız kategoriler üzerinden tarama yapıyoruz. Sonrasında ikinci aşamada bu haber, homofobiden ve transfobiden arınmış bir şekilde yeniden nasıl servis edilebilir diye soruyoruz. Ve bu noktada kaosgl.org için haber hazırlama süreci başlıyor. LGBT’ye ilişkin akademik çalışmalara destek olmaya çalışıyoruz, aynı zamanda Kaos GL içerisinde Eğitim komisyonumuz var, eğitim alanında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı derslere katılıyoruz, akademisyenlerle iletişim kuruyoruz. Kaos GL’de hiçbir günümüz planladığımız gibi gitmiyor, sürekli bir son durum gelişmesi ile günü yeniden planlamaya ve yeni bir şeyleri baştan planlamaya çalışıyoruz. Dergi, web sitesi, insan hakları ihlalleri, lobi, savunuculuk derken günlerimiz geçiyor. Tabii bir de Homofobi karşıtı buluşmayı unutmamak lazım, homofobi karşıtı buluşma 17 mayıs günü finalleniyor ancak biz hazırlıklarına senenin başında başlıyoruz, şubat, mart, nisan ve mayıs aylarında etkinlikler düzenliyoruz. Kaos GL olarak homofobi karşıtı her adımın görünür kılmak için uğraşıyoruz ve bu uğraşıyla günlerimiz geçiyor.
Kaos GL için Ali Erol'la ikiniz vazgeçilmez bir ikili gibisiniz. Dergi ve web sitesi çevresinde oluşturduğunuz bu sivil eylemliliğin politik alandaki karşılığına dair birkaç şey sormak istiyorum. Öncellikle seçimler öncesinde sen aday listelerinden memnun musun?
Ali ve ben, aslında on yıldır her günümüzü birlikte geçiriyoruz, ancak Kaos GL olarak ürettiğimiz değerlerin ve emeklerin görünür kılınması için mücadele ediyoruz. O işi kimin yaptığı önemli değil. Kaos GL bence Türkiye’de LGBT bireyler için politik bir hat yarattı ve aynı zamanda bu hattın değerlerini belirledi. Ali ve ben Kaos GL’ye emek veren onlarca insandan biriyiz. Aday listeleri konusunda, Kaos GL Derneğinin tek bir kriterimiz var, homofobi ve transfobi karşıtı olmayı bir değer olarak ortaya koymasını bekliyoruz ve istiyoruz. Aday listelerini çok incelemedim ancak iki trans aday vardı, politik olarak tasvip etmeyeceğim sözleri ile karşımıza çıkıyordu. Bu yüzden memnun olmadığımı diye getirdim ve bu adayların kimlerin temsilcisi olduklarını unutarak, sırtlarını heteronormatif yapıya dayarayak kamuoyunda beyan vermelerinden rahatsızlığımı dile getirerek kimin adayları olduklarını sormuştum.
Aday adayları arasındaki LGBT bireylerle ilgili pek umutlu olmadığını belirtmiştin. Sence, LGBT’nin politik görünürlüğü açısından yapılması gereken ne?
Mecliste ideal olan toplumu oluşturan bütün kesimlerin mecliste sözlerini karşılığını buluyor olması. ancak bu illa bütün toplumsal kesimlerin mecliste olması anlamına gelmiyor, insan haklarına duyarlı, toplumun farklı kesimlerinin sorunlarından haberdar olan adayların mecliste olması yeterli diye düşünüyorum. Aday olan iki trans milletvekilinden biri, LGBT örgütleriyle iletişimi sorunlu olan bir aday diğeri ise eşcinselliği hastalık olarak nitelendiren bir adaydı ve bütün bunlara rağmen medyada trans aday olarak bulundular ve LGBT bireyleri temsil etmek üzere aday olduklarını açıkladılar. Kimse bana rağmen beni temsil ettiğini açıklayamaz, öncelikli olarak beni temsil etmek gibi bir iddaa ile yola çıkıyorsa ilk önce benden olur alması gerekir değil mi? LGBT bireylerin mecliste görünür olması benim birinci önceliğim değil, benim için temel sorun LGBT bireyleirn sorunlarının mecliste görünür olması ve homofobi ve transfobi karşıtı bireylerin mecliste olmasını tercih ediyorum. Benim inandığım Kaos GL iktidarı hedeflemiyor, toplumsal dönüşüm birincil hedefimiz, biz örgütlenirken ve mücadele ederken hep şunun altını çizdik, toplumsal dönüşüm gerçekleştiğinde yani toplumun genel kesimi LGBT bireylerin sorunlarından haberdar olmaya ve homofobi ve transfobileriyle yüzleşmeye başladıkların da zaten haklarımızı da bu çerçeveden tartışmaya gerek bile duyulmayacak diye düşünüyorum, o noktada mecliste kim olursa olsun bizim sorunlarımız tartışılacak ve birlikte çözüm üretebileceğiz.
Kaos GL bugüne dek etrafındaki kişi ve kurumlarla siyasal değil misyon bağlamında bir bağ kurmuş gibi gözüküyor. Beraber çalıştığınız, destek aldığınız siyasal partiler oluyor mu? Bir STK olarak yan yana durduğunuz siyasal akımların eylemlerinden sorumlu tutulmaktan korkuyor musunuz?
Kaos GL olarak bağımsız bir hareket yaratmak için çabaladık durduk. Toplanacak bir mekanımız olmadığın da bile siyasi partilerin vs. yerlerini kullanmamayı tercih ettik. Şimdiye kadar kurduğumuz iletişimler de ve işbirliklerin de hep antimilitarizm, şiddet karşıtılığı, homofobi ve transfobi karşıtlığı ve cinsiyetçi olmama üzerindne ortaklıklar kurmaya ve bu değerleri görünür kılmaya çalıştık. Bu nokta da kurduğumuz ortaklıklar da siyasal akımların eylemerinden sorumlu tutulmuyoruz, çünkü biz kurduğumuz iletişimde ortak değerler üzerinden ilerlemeyi tercih ediyoruz. Bir de toplumsal yapı, muhafazakar, milliyetçi, militarist ve heteroseksist ve bizler de bu yapıdan etkileniyoruz, ortaklıklar kurarken bunları da değiştirmeyi ve dönüştürmeyi hedefliyoruz. Örneğin BDP ile kurduğumuz iletişimin salt iletişim halinde olma hali bile LGBT bireyler arasında gerginlik yaratabiliyor, faşistçe yorumlar da bulunabilirler. Ancak 1993’de Kaos GL kurulurken politik bir tercih yapıldı ve bu tercih doğrultusunda ilerliyoruz, “o ne der, bu ne der” diye endişe ediyor olsaydık yatak odalarımızda tıkılı kalırdık. Örneğin Kürt meselesi söz konusu olduğunda, bizler de tarafız diyoruz. Toplumsal barış için biz de taraf olmak istiyoruz. Ancak iktidardan yana değil ezilenden yana taraf olmaya çalışıyoruz. Toplum sadece homofobisiyle ve transfobisiyle yüzleşmeyecek, LGBT bireyler de aynı zamanda özgürleşmek istiyorlarsa onlar da milliyetçilikleriyle ve muhazakarlıkları ile yüzleşmeleri gerekecek. Ancak biz doğru bir yerden ilerlediğimizi düşünüyoruz, çünkü bugün için farklı toplumsal kesimler üzerinden kaos gl ve ürettiğimiz değerler sahip çıkılıyor. Bu çok önemli, örneğin senin Kaos GL ile kurduğu iletişim bile bizim doğru bir yolda olduğumuzu gösteriyor.
En son Hilal Kaplan'ın katılacağı "Dur De!" konferansında LGBT çok güzel bir tavır aldı. Kaos GL olarak pragmatik birlikteliklere nasıl bakıyorsunuz. Örneğin Mazlum-Der ve Özgür-Der gibi "Eşcinsellik günahtır, Aliye Kavaf'ın yanındayız" diyen kuruluşlarla yan yana durduğunuz oluyor mu?
Dur De konferansı öncesinde konferans fikri ortaya atıldığında biz endişemizi dile getirmiştik. Halen buna rağmen bizim eleştirilerimizi dikkate almadan Hilal Kaplan’ın davet edilmesi gerçekten büyük bir ayıp. Hem de bize karşı değil, nefret cinayetlerine maruz kalan lgbt bireylere saygısızlık. Dur De’in LGBT bireylerin tepkileri sonrasında Hilal Kaplan’ın çekilmesine ilişkin yaptığı açıklama ise gerçekten Sosyal Değişim Derneğinin ve Dur De’nin Homofobiyi ve transfobiyi politik bir mesele olarak ne kadar sahiplendiklerini gözler önüne seriyor. Anlayışlı Hilal Kaplan’a teşekkür ederken LGBT örgütlerinden özür dilemeyi unutabiliyorlar. Bir diğer sıkıntı ise, Nefretin siyasetini tartışmaya açtıkları oturumlarda homofobi ve transfobi meselesini tartışılacak bir konu olarak görmemeli bunun yerine İslamafobi gibi Türkiye’de karşılığını bulmayan bir fobiyi bile dert edebiliyorlar. Türkiye’de orduyla ve dinle yaşanacak olarak siyasal tartışmanın homofobi ve transfobi karşıtı hareket üzerinden şekilleneceğini düşünüyorum. Biz insanların değişebileceğine ve dönüşebileceğini düşünüyoruz, yaşadığımız kenti hayatlarımızı özgürleştirmeye çalışıyoruz. Mazlum-der ve beraber hareket ettiği sivil toplum örgütleri ile yan yana gelmemiz bugün için imkansız. Benim doğrudan yaşama hakkımı elimden alacak bir açıklama yapabilen bir örgütle yan yana gelmem imkansız diye düşünüyorum. Ancak eninde sonunda onlar da LGBT varoluşunu günah üzerinden tanımlamamaktan vazgeçmek zorunda kalacaklar. Eğer Mazlumder kendini İnsan hakları örgütü olarak tanımlamaya devam edecek ise bunu yapmak zorunda, yada ben sadece Müslüman erkeklerin insan hakları örgütüyüm diyerek de yoluna devam edebilir…
Kürtçe bir Erkeklik söyleşileri kitabı oluşturdunuz. LGBT bireyleri içinde de politik farklılıklar olduğunu biliyoruz. İçeriden hiç tepki aldınız mı?
Kitap, Türkçe ve Kürtçe yayınlandı, Kürtlerin anadilde eğitim hakkını desteklediğimizi göstermek amacıyla kitabı Kürtçe yayına hazırladık. Tabii ki Kaos GL’nin Kürtçe kitap yayınlaması üzerinden LGBT bireylerden farklı tepkiler aldık. Bu tepki Kaos GL’in içinden bir tepki değil ama okuyucularımızdan gelen bir tepki idi. Toplumun bütün kesimlerinde LGBT bireyler var, pek tabii ki faşist, milliyetçi LGBT bireyler de var ve onlar bizim ne yaptığımızı anlamıyor yada neden yaptığımızı sorgulama gereği duymuyor… Ancak şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, BDP’li milletvekillerinin homofobi ve transfobiyi politik bir mesele olarak meclise taşımaları ve bu konudaki ısrarlı tavırlarında hiç kimse eleştirecek bir yer bulamıyor. “Türk heteroseksüel, orta sınıf erkek” iktidarını sorgulamayan bir LGBT hareketinin mümkün olmayacağını ve kimseyi özgürleştirmeyeceğini LGBT bireylerinde kabul etmeye başladığını söyleyebilirim.
Bawer'in geçen sayıda yazdığı Bursa'daki linç girişimi olayını düşününce karşısında çok ciddi olarak kolektif bir şiddet oluşabilecek açık bir hedef halindesiniz. Görünür LGBT bireyleri olarak konferanslara katılırken, sokağa çıkarken göze aldığınız şeylerin karşılığını aldığınızı düşünüyor musun?
Aslında bugün için doğrudan iktidarı tehdit edecek bir güce sahip olmadığımız için şiddet bize karşı örgütlenmiyor. Ancak hem geçen sene 17 Mayıs yürüyüşünün olduğu gün Esat bölgesinde polislerin trans aktivistlere saldırması gibi olaylar yaşanmaya başladı. Şiddet karşıtı bir yerden politika yapmaya çalışıyoruz. Ancak Dur de’nin konferansına ilişkin dediğim gibi medyada yazarlar nefret söylemi yaymaya devam ettiği müddetçe bize karşı transfobi ve homofobik nefret körükleniyor. Bu nefret elbette şiddete
6 Nisan 2011 Çarşamba
Milliyetçi muhafazakârlığın kafa karışıklığı / Evrensel - 6.04.2011
2000′li yıların şehirler arası otobüs yolcularına yaptığı en büyük kötülük koltukların arkasına yerleştirilen küçük televizyon ekranları oldu. Firmalar ve reklam şirketleri tarafından büyük birer yenilik olarak sunulan bu dev hizmetlerin nasıl birer ideolojik araç haline geldiği üstüne kafa yormak da sanırım bize düşüyor.
Bu seyahat süreçlerinde izleyebileceğimiz kanallar otobüs firmaları tarafından belirleniyor. Elbette her firma bir şekilde
kendi bakış açısına uygun kanalları biz yolda sıkılan, yetersiz ışıkta kitap ve gazete okuyamasın diye ışıkları yetersiz bırakılmışlar için harika şeyler öneriyor. Tabii ki bu öneriler bambaşka bir noktaya taşıyor bizi. Örneğin STV ve TGRT ile artık iyice yarışma kanalına dönen Show TV’deki programlar arasında zorunlu olarak seçim yaptığım yolculukta karşılaştığım, insanlığın ve zekanın ulaştığı son nokta olarak STV’nin Kollama dizisini izlemek beni derin bir düşünceye sürükledi. Özellikle de dizideki Kaya Minik isimli Yalçın Küçük kopyası karakteri, ilgili karakter bir terör örgütünün baş adamı, gördüğümde STV izleyen birinin adi bir terör örgütünün ideolojik haritasını tıpkı Türkiye Solu’nun haritasını yaslaya yaslaya kafatası ölçme yetisiyle bilinen Yalçın Küçük’e yaslaması beni hiç ama hiç şaşırtmadı.
Bu seyahat süreçlerinde izleyebileceğimiz kanallar otobüs firmaları tarafından belirleniyor. Elbette her firma bir şekilde

Yıllardır, cemaatin devletçi çocukları devlet içi yapıları başka devlet içi yapılarla devlet adına dizilerde çözerken elbette Ergenekon ile Marx ve Lenin de konudan nasibini alacaktı. Yalçın Küçük’ü temsil eden karakterin odasında Marx ve Lenin’in kızıl portreleri vardı. Tarih boyunca katillerin portrelerini duvarlarına asmış milliyetçi muhafazakâr kitlenin Marx ve Lenin’le ne problemi olduğunu hepimiz biliyoruz. Akıllarında Kürt sorunu ile sosyalistliği daha ilk günden eşleyen ve dahi milliyetçi terminolojiye tayanıp hepimize terörist demeyi görev bilen, Marx ve Lenin’den iddianamelerinde terörist olarak bahseden bir zihniyet tabii ki durmadı. Hemen yan kanalda, bir başka AK medya ürünü olan TGRT Haber’de, Evet’in yakışıklı temsilcisi Osman Can, demokrat hukukçuların AKP’liler karşısında aldığı yenilgi yetmezmiş gibi, hala yeni bir anayasanın yararlarından ve AKP’nin aslında bu anayasa için ne kadar çabaladığından bahsediyordu. Haberleri okumasam, Cemil Çiçek’in çıktığı sünnetsiz insan avlarının, Kürt sorununa ve anadilde eğitime yönelik bakış açılarının, Torba Yasa’nın farkında olmasam Osman Can’ın yürek parçalayıcı performansı beni hızla AKP’nin Türkiye’nin demokrasi mesihi, bizi o hak ettiğimiz yere getirecek parti olduğuna inanacaktım. Bu üç birbirinden “kafa yoran” kanal arasında, Show TV ve getirdiği yayıncılık anlayışı ayrı bir konu, yaptığımız seçim bana öyle ya da böyle meclisteki %10 üstü partilerin durumunu hatırlattı.
Bir yanda hala soğuk savaş elçiliğini yapan MHP ve AKP, diğer yanda işi iyice popülizme dökmüş, değişiyoruz deyip TÜSİAD’ın bana kalırsa önemli ama çok gecikmiş olan teklifine, “Bu onların kendi görüşüdür” deyip haftasına Twitter’dan 1 Nisan Şakası yapan CHP var, şakayı çok daha önce yaptığının farkında olmayan CHP.
Aslında televizyon kanalları bu memleketin ruh halini, ideolojik kodlarını yarattığı katilleri bize anımsatmak adına büyük bir şans. Örneğin sosyalist partilerin yaptıkları TÜSİAD’ınkinden bin kat daha önemli ve temelli anayasa çalışmalarını iddianamelere devleti bölmeye yönelik hamle olarak geçirenlerin TÜSİAD’ın önerilerini çatır çatır yayınlıyor olması, demokratlık değil reklamveren reklamalan ilişkisinin bir parçası olabilir mi? Aksi halde, yıllardır bize “Türkiye Türklerindir” diyenlerin, maddelerin değişebilirliğine ulaşmak için binlerce insanın katledilmesinden zevk aldığını söylemek zor değil. Meğer birilerinin demokrat olması için Hrant’ın, Musa Anter’in, Göktepe’nin ölmesi şartmış. Bilemedik…
31 Mart 2011 Perşembe
Ulusalcılar ve cemaatçilerin ‘demokrasi’ yanılsaması / Evrensel 30 Mart 2011
Her sabah gazeteleri sütun sütun dolduran o kelime bütünlerini, haberleri, dönemi aşan okumalar yaparak incelemek bir gazete okuru için şanstır. Türkiyeli olmanın verdiği bir pratik bilinçle ilgisi var denebilir. Örneğin hepimiz 3 Ağustos 2009 tarihli Radikal’de çıkan “Terörden hapse düşüren kanıt: Bir yemek, iki bardak çay...” başlıklı haberi nedenleri, sonuçları ve işleyiş biçimi dahilinde incelemiş olsaydık 2011’in Martında yaşadıklarımızı böylesine “derin” bir sarsıntı ile karşılamayacaktık.
Radikal’in haberinin girişine bakmak bile yeterli aslında dramımızı anlamak adına: “Sevim, Devrimci Karargah lideri Yılmazkaya’yı okuldan tanıyordu. Bu arkadaşlık sadece onu değil yeğeni Ceren’i, eski eşi Necdet’i, Necdet’in sevgilisi Melek’i, Melek’in arkadaşı Metin’i de hapse düşürmeye yetti.”
İçinde bulunduğumuz dönem tarihsel olarak “İlklere” gebe değil. Ragıp Zarakolu zaten anlattı, Karabekir’e karşı da bu tarz bir “Kitap taslağı toplama” eyleminin yapılmış olduğunu. Mühim olan, bu olayların okumasını “ilkler” üstünden değil, genel politik atmosfer üstünden yapmak. Örneğin tek partili (1930’ların CHP’si) Türkiye ile tek partili (2000’lerin AKP’si) Türkiye’si arasında yapılacak karşılaştırma küresel bir analiz kaldırmaz; ancak hukuk pratiği ve her iki dönemin öne çıkan ideolojilerinin yasama, yürütme ve yargı üstündeki hakimiyetlerini bir arada düşündüğümüzde birbirlerinin antitezi olarak sunulan her iki sistemin de birbirinin ruh ikizi olduğunu görebiliyoruz.
Kısacası, bugün kimi liberallerin de Ahmet Şık’a yöneltilen operasyona aynı “sertlikle” yanıt vermesinin ardında yatan neden iktidarın çürümüşlüğünü yöntemlerine kadar indirmesi ve 2000’lerin başında birileri tarafından umutla karşılanan o rüzgarını tersten estirmesidir. Tam bu noktada habercilere ve köşe tutanlara düşen görevin içeriği evriliyor elbette. Haberler arasında kurulacak kronolojik ve hukuki bağ ile AKP döneminde ve öncesinde gerçekleştirilen tüm hukuksuz ve antidemokratik “ileri demokrasi hukuku” eylemlerini bir bağlam içerisinde ele almak. Ahmet Şık, dürüstlüğü ve gazeteciliği ile hepimiz için eşi bulunmaz bir mücadele fırsatı daha yaratarak ifade özgürlüğüne vurulan darbe ile bir şekilde hepimizin girmekten tereddüt ettiği o kapıyı bize açmış oldu. Şık’ın mahkumiyetini bir “mağduriyet”, her şey yolunda giderken ortaya çıkan bir “hata” olarak ele almaksa emin olun ki naiflik olur.
Bugün medyanın mağduriyeti ve mazlumluğu sadece kendine dokunduğunda görür hale gelmesi mesleğimizin geleceği açısından durumun ne derece vahim olduğunun en önemli göstergesidir herhalde.
“Şık ve Şener için adalet, Tuncel’e nefret”
Örneğin ulusalcıların bu dönem içerisinde ortaya koydukları tavır gerçekten göz yaşartıcı. Muktedirlik tarihleri boyunca İstiklal Mahkemelerinden DGM’ye birçok alanda halkın canına okuyan bu ideolojik kamp, bir anda konu “İmamın Ordusu” olduğunda galeyana gelmekte sakınca görmedi. Aynı kamp, gazetelerinin birinci sayfalarında gazetelere yapılan baskınları değil Tuncel’in attığı tokadı (Ayrı ve keyifli bir yazının konusu) ya da Baydemir’in panzerin üstüne çıkışını görmeyi tercih etti.
Medya çalışanlarının niyet okumasını yapacak değilim. Kantçı olmadığım için “Ama çıkış noktası iyilik” diyerek kimseyi kayıracak durumda da değilim. İki yüzlü ve yalancı demokratlığın memleketi taşıdığı noktayı yaşıyoruz. Cemaate sırtını yaslayan “İyi Kürtler” kadar, orduya sırtını yaslayan “İyi Türkler” de birileri tarafından “yeni komünizm” ilan edilen ama özünde demagoji hariç hiçbir şey taşımayan AB kriterine göre demokrasi ile bağ kurarak birilerinin gözüne girmeye çalışıyorlar. Bahsettiğimiz iki “kendine demokrat” çevrenin karşısında birleştiği bir alan olan sivil itaatsizlik dönemimizin turnusolü olacak ve bu OHAL dönemi geçtiğinde kimlerle aynı safta yürümemiz açısından rehberlik edecek. Kürtlerin ve sosyalistlerin gözlerine iyi bakın, bizim Ahmet Şık’a tanıklığımızı da Tuncel’e tanıklığımızı da meşru kılan o gözlerin tarihlerinde gördükleridir. AKP ve CHP’nin onayladığı devletin çıplak şiddetini görmeye ve göstermeye var mısınız?
26 Mart 2011 Cumartesi
"Don't let me drown" diyen şarkıyla güne mi başlanır?
Violent Femmes ile günü açmak şemsiyesiz çıkmaktı sağanak yağışın altına. Kabul etmeliyim:
"there's nothing worth living for tonight
tell me that there's something worth living for tonight
don't let me down don't let me drown
the pain is somewhere very close to me"dediler çünkü. Bunu kaldıracak gücümüz falan da yoktu. Üstüne bir mum bile koyamayacağım pastalarım oldu benim. Acilen bir başkasına, olmadığım bir partiye yetiştirilmesi gereken. Konunun kimsenin beni sevmemesi ile falan da ilgisi yoktu. Kalabalıkların çocuğu olamamakla ilgisi vardır. Küçük bir odada bilgisayar ve müzik setiyle büyümek, herkese beyaz kaçmak böyle bir şeydi işte.
Vakti zamanında beni seven bir kadın şöyle demişti: "O kadar beyazsın, o kadar büyük burunlusun ki..." Ben ve seçkinciliğim ben ve seçiciliğim... Sorun hep bendim. Her yere erken giden biri olarak her şeye bu kadar geç kalmışlığımı nasıl açıklayacağımı bugün bile bilmiyorum. Kendimi bir fotoğrafa uydurma çabamla ilgisi yok, bir fotoğrafta çıkmak ya da çıkmamak, konu negatiflerde bile gözükmeyen biri olmak, aslında konu her fotoğrafta olup hiçbir zaman o fotoğrafta kendine yer bulamamak.
O kadını benden vazgeçtikten çok sonra bir kez gördüm koca hayatım boyunca, zaten hiç sevmedim, hiçbir zaman açmadım içimi ona. Karşımda durup çantasını sırtını yasladığı yere yaslıyordu. Benden böylesine büyük bir beklenti içine onu sokan nedir diye düşündüm. Birilerinin benden bir şeyler beklemesinin gerekçesiyle boğuşurken yıllar öncesinden içinde olmaktan hoşnut olduğum bir sahne düştü aklıma.
"Terliklerini niye duvara yasladın" demişti bana. Hep öyle olsun istemiştim dedim. Sevdiğim kadın ile, aynı çatı altında olduğumda hep bir çift terlik duvara yaslansın isterim ben, sanki onla göğe doğru baktıkça bir özgürlük bayrağı olacaktı bizim için. Üstelik onu önemsemeyecektik. "Her gün üstüne bastığımız bir şeyi önemseyebilir miyiz?"
Şimdi düşünüyorum, evet.
Üstüne bastığımız her şeyi vakitli vakitsiz önemsemekle geçiyor zaman zaten.
Şimdi üstüme basan, üstüne bastığım ve bir çatı altında tavana doğru bıraktığım tüm terliklerden özür diliyorum. Direkleri masum çocukların göğsüne saplanan bayraklar gibi, o terlikler de düpedüz göğsüme saplanıyor çünkü. Anlıyorum, aşka imge ve anlam yüklemeyeceksin. Kadınlarla umut beslemeyeceksin. Belki bir kedi ya da köpek beslerim tekrar ilerde, ölünce arkasından yas tutmaya bile vaktim olur belki. Hayat uğruna yas tutacak kadar yakın bir tek hayal veriyor insana, suç mu sıcak nefesli bir hayvanı bir eski sevgiliden çok sevmek yani?
Adaletin kara mizahına karşı bir gazeteci: Baha Okar / Evrensel 23.03.2011
Gazeteciler için yürüyor, aynı sofrada otursa birbirlerini boğmaktan bir an bile tereddüt etmeyecek gazeteciler. Tedirginler. Bir fotoğrafa denk geliyorum. Ağabeylerime, gazetelerin koridorlarından tanıdığım başka yüzlere benzeyen, sanki bir dönemin çocuklarına bahşetmiş olduğu o bakış açısına dair bir iz taşıyan fotoğraf Baha Okar’a ait. Nedim Şener’in ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarının böylesine tartışıldığı bu dönemde, bu köşeden “KCK” ve “Devrimci Karargah” adıyla sık sık andığımız, susturma operasyonu diye nitelendirdiğim o operasyonlardan birinin tutsak ettiklerinden birine yani.
Bilim ve Gelecek dergisinin idari işlerini yürüten, aynı zamanda editörlüğünü yapan Baha Okar 21 Eylül sabahı 04.00’de emniyet güçleri tarafından evi basılarak gözaltına alınmış ve 25 Eylül sabahı da tutuklanarak cezaevine gönderilmiş. Okar, aramızdaki çetecileri, darbecileri çevirmesi gereken bir operasyonun tutukladığı bir basın mensubu. Ama hikayesi öyle basit değil:
Kamuoyuna “Devrimci Karargah” bünyesinde 12 kişi ile birlikte tutuklanmış. Sorgusu sırasında kendisine yöneltilen suçlamalar Okar’ın mahkumiyetine dair soruları beraberinde getiriyor: 1.5 yıl kadar önce İstanbul-Bostancı’da çıkan çatışmada öldürülen bir Devrimci Karargah üyesinin evinde Okar’ın tek bir adet parmak izine rastlandığı; bir PKK itirafçısının Baha Okar’ın 2005 yılında Kuzey Irak’taki PKK kamplarında kaldığını söylediği; annesine ait olduğu iddia edilen bir telefondan şu anda Ergenekon davasının sanığı olan bir Ulusal Kanal çalışanının defalarca arandığı gibi derin ve devletin birini mahkum etmek için yeterli bulduğu iddialar mevcut.
Operasyonların sürdürülme biçimi açıkçası sonsuz bir özensizliğin ve yine Okar’ın çalıştığı dergide bir dönem yayınlanan sosyal bir ağa, yani örneğin çevrenizdeki altı kişi aracılığıyla dünya üstünde herhangi birine ulaşabileceğinize dair teoriyi doğrular nitelikte. Örneğin dokunduğunuz bir kapı tokmağı ya da VCD sizi mahkumiyeti zaten şaibeli olan bir insanın yanında hapse götürebiliyor. Derginizde oturup çalıştığınız, herkesin gözü önünde olduğunuz ve bunun kanıtlanabileceği anlarda ışınlanarak olsa gerek Kuzey Irak’a kadar gidip eğitim alıyor falan olmalısınız ki kendisi PKK’nin kamplarında eğitim almakla da suçlanıyor. Okar devletin yıllardır halkın gözüne sokmak istediği o suçlu modelinin ta kendisi gibi lanse ediliyor. Yıllarca katillerini Avrupa’ya ve ülkeye salıp “Vatan için kurşun attırıp, kurşun yedirenler” pek haz etmedikleri bilimle ilgili siyasi analizleri de olan bir derginin editörünü süper bir vatan hainine dönüştürmekte gecikmiyor, bu da yetmezmiş gibi işkenceci eskisi (eskiliği tartışılır), şimdinin vekil adayı bir adamla aynı davadan yargılayabiliyor. Devlet, karşısında boynu kıldan ince olmayan, yolu evrimden ve bilimden geçmiş olanları deyim yerindeyse “doğramakta” sakınca görmüyor.
Baha Okar tutuklanmadan önce telefonları dinleniyordu ve fiziki takip altındaydı. Savcılıkça iddia edilenin aksine sahte bir kimliğin değil kimlik fotokopilerinin üstünde parmak izleri vardı, dahası fotokopilerin bulunduğu ve örgüt evi olduğu iddia edilen evde Okar’a ait bir iz dahi bulunamamıştı. Okar’ın o eve girip çıkmadığı bile belli değil. Okar’ın DK’de tutuklanan ya da serbest bırakılan ve davada ismi geçen kimseyle telefon konuşması tespit edilmemiş. Annesine ait olduğu iddia edilen telefon numarası üstünden Okar annesi ile hiç konuşmamış dahası Okar ve Annesi başka bir numara üstünden iletişim kuruyor. Çalıştığı derginin basım şirketi Baha Okar’ın Kuzey Irak’a gidip kampa katıldığı iddia edilen dönemde dergide işinin başında olduğuna dair tüm belgeleri savcılığa sunmuş durumda. Dahası bir PKK itirafçısının 1990 yılındaki bir fotoğraf üstünden yaptığı tanımlama üstünden, hiçbir şekilde yüzleştirilmeden yapılan teşhis Okar’ı içeride tutuyor.
Okar; Ergenekon, Devrimci Karargah ve KCK davaları denen tüm bu davaların ortasında bir yerde dergisine döneceği günleri bekliyor. Dergideki arkadaşlarına derginin gidişatına ilişkin yazılar yazıyor, keşke orada olsaydım “İşimi temiz, düzgün ve kendim yapmayı” severim diyor her mektupta. Okar sadece mesleğine ve yaşamını adadığı dergisine değil, sokaklara da özlem duyuyor. Bizim, gazetecileri hatırlamak için ana akımdan birilerinin tutuklanmasına ihtiyacımız oluyor. Bu yazı bir utanç yazısıdır, hem adalet, hem gazetecilik adına. Bu karanlık adaletsizlik bitsin diyorsanız:
Tribünün Politikleşmesi veya Meşrulaştırılmış Bir Ruh Hali Olarak Linç / Kaos GL Aralık 2011
Ekranda, 50′lerinin sonuna merdiven dayamış iki adam güreş tutuyor. Muhtemelen bir futbol programıdır diyorum. Haksız değilim. Yayın haklarını satın alamadıkları maçın pozisyonunu canlandıran bu iki koca adam, birbirlerine kendilerini yüceltip karşıdakini aşağılayan laflar söylemenin nafile telaşındalar. Erkeklik tarihin en uzun süren horoz güreşi.

Çocuk: Bazen Katil, Bazen Kalkan
İlgili olayın son aşamasına geçmeden önce “Bize her yer Trabzon” diyen Trabzonluların Hrant Dink’in ölümünün ardından “Hepimiz Ogün’üz, hepimiz Türk’üz” sloganıyla yaptıkları o korkunç nazireyi anımsamakta büyük fayda var. Dahası bu nazirenin Türkiye’deki politik düzlemdeki değerlendirilmesinin, beyaz bereli Trabzon taraftarları da göz önüne alındığında ırkçılık kelimesinin sözlük karşılığı olabilecek nitelikte sert olduğunu söyleyebiliriz. Peki, futbol ile ırkçılık arasında cereyan eden bu tansiyonun nedeni nedir?
İlgili olayın son aşamasına geçmeden önce “Bize her yer Trabzon” diyen Trabzonluların Hrant Dink’in ölümünün ardından “Hepimiz Ogün’üz, hepimiz Türk’üz” sloganıyla yaptıkları o korkunç nazireyi anımsamakta büyük fayda var. Dahası bu nazirenin Türkiye’deki politik düzlemdeki değerlendirilmesinin, beyaz bereli Trabzon taraftarları da göz önüne alındığında ırkçılık kelimesinin sözlük karşılığı olabilecek nitelikte sert olduğunu söyleyebiliriz. Peki, futbol ile ırkçılık arasında cereyan eden bu tansiyonun nedeni nedir?
Futbolun dev bir ayin olduğu ortada. Yıllardır İstiklâl Marşı ile başlayan o müsabakalarda ülkücüleri sembolize eden işaretlerden, askeri selam çakan teknik direktörlere kadar birçok şeye rastladık. Ama o katile (çocuk olduğu mahkemece tasdik edilen!) sahip çıkan Trabzonlular, Pelitli’nin delikanlıları için söylenecek bir sözümüz yok. Bu dev ayinde kurbanlar, İstiklâl Marşı’nı cenaze marşı olarak dinliyorlar artık. O dev tribünlerin mahkeme kapılarındaki tezahürü Ergenekon sanıklarına “Türkiye sizinle gurur duyuyor” derken KCK’nin plastik kelepçeli sanıklarını lanetliyor. O dev tribünlerin yakışıklı Karadenizli çocukları, gururla taşıdıkları üniformalarıyla ÖDP’lileri PKK’li oldukları gerekçesiyle linç etmeye kalkışıyorlar. Toplumca ötekimizin en somut halini formalarımız varken hissediyoruz.
Forma Giymiyorsa “Sivil”
Çünkü tribünde sivillik bitiyor. Bir Bursaspor taraftarıyla ettiğim sohbette forma giymeyen taraftarları “sivil” olarak tanımladı. Her forma, şampiyona verilen bayrak armasıyla birlikte askeri birer üniforma aslında. Tribünler askerlerle dolu. Askerler devletin haysiyetini, şerefini, gücünü korumakla; çetelerin işlediği cinayetleri meşrulaştırmakla, Başbakan’a “Adam gibi adam” diyerek emekçilerin olması gereken tribünden emekçilerin bu ülkede kafasını en çok ezen adama övgü düzmekle meşgul. Çünkü futbol ayrı bir dünya. Politik belleğimizin “switch off” tuşuna basıp üniformayı sırtımıza geçirdiğimizde gerçek erkekler, cesur yürekler, yakışıklılar, janti delikanlılar oluyoruz. Bizler bu toplumun en hastalıklı uzvu olarak o tribünde dururken “güçlü” olmanın keyfini çıkarıyoruz; oysa göğsümüzde GSM firmalarının reklamlarıyla biz yaşayan reklam panoları, marka değerlerinin artıkları, olsa olsa +1′leriz. Konu heteroseksüel erkeklere geldiğinde futbolun nasıl bir politik örgütlenme aracı olduğunu hatırlamak istiyorsak Bursa’da Bursaspor taraftarının heteroseksist saldırılarını, aynı şekilde Bursaspor taraftarına yönelik homofobik psikolojik saldırıları unutmamakta fayda var. Bu psikolojik bir linç operasyonu. Sistem birini Diyarbakırlı olduğu için Kürt, dolayısıyla gerilla ilan etmeyi nasıl güzel beceriyorsa, bir insanın sizin cumhuriyetinize (Fenerbahçe Cumhuriyeti olsun örneğin) karşı geliyor olması için farklı renk bir forma giymesi şart. Meşalelerin de stadlara alınmamasıyla birlikte elde sloganlar var artık.
Çünkü tribünde sivillik bitiyor. Bir Bursaspor taraftarıyla ettiğim sohbette forma giymeyen taraftarları “sivil” olarak tanımladı. Her forma, şampiyona verilen bayrak armasıyla birlikte askeri birer üniforma aslında. Tribünler askerlerle dolu. Askerler devletin haysiyetini, şerefini, gücünü korumakla; çetelerin işlediği cinayetleri meşrulaştırmakla, Başbakan’a “Adam gibi adam” diyerek emekçilerin olması gereken tribünden emekçilerin bu ülkede kafasını en çok ezen adama övgü düzmekle meşgul. Çünkü futbol ayrı bir dünya. Politik belleğimizin “switch off” tuşuna basıp üniformayı sırtımıza geçirdiğimizde gerçek erkekler, cesur yürekler, yakışıklılar, janti delikanlılar oluyoruz. Bizler bu toplumun en hastalıklı uzvu olarak o tribünde dururken “güçlü” olmanın keyfini çıkarıyoruz; oysa göğsümüzde GSM firmalarının reklamlarıyla biz yaşayan reklam panoları, marka değerlerinin artıkları, olsa olsa +1′leriz. Konu heteroseksüel erkeklere geldiğinde futbolun nasıl bir politik örgütlenme aracı olduğunu hatırlamak istiyorsak Bursa’da Bursaspor taraftarının heteroseksist saldırılarını, aynı şekilde Bursaspor taraftarına yönelik homofobik psikolojik saldırıları unutmamakta fayda var. Bu psikolojik bir linç operasyonu. Sistem birini Diyarbakırlı olduğu için Kürt, dolayısıyla gerilla ilan etmeyi nasıl güzel beceriyorsa, bir insanın sizin cumhuriyetinize (Fenerbahçe Cumhuriyeti olsun örneğin) karşı geliyor olması için farklı renk bir forma giymesi şart. Meşalelerin de stadlara alınmamasıyla birlikte elde sloganlar var artık.
“Sloganlar süngümüz, devletimiz var olsun!”
Bir ülkenin siyasi ikliminde geçmişte 301 davası olarak bilinen davalarda sanıkları taciz amaçlı atılan sloganlar, stadyumlarda atılanlarla birebir aynıysa ya da örtüşüyorsa, Susurluk döneminde bu ülkenin gurur duyduğu vatan için hem kurşun yiyen hem kurşun atan ağabeylerin (!) kardeşlerinin tribünlerde yaptıklarından hoşnut olmak mümkün değil. Türkiye’nin derin devletinin, çeteleşmesinin, emek karşıtı hareketinin kaleleri stadyumlar haline gelmişken, Kasımpaşa taraftarları giyimlerinden ötürü müzisyenleri linç ederken, taraftarlar karşılıklı linç politikaları uygularken, İlhan Cavcav, Aziz Yıldırım, Yıldırım Demirören, Adnan Polat gibi adamlar hatlarımızı bloke etmişken, tek bir temennim var; geçen seneki slogana nazire yaparak: Sportoto Süper Lig hızla bitsin!
Bir ülkenin siyasi ikliminde geçmişte 301 davası olarak bilinen davalarda sanıkları taciz amaçlı atılan sloganlar, stadyumlarda atılanlarla birebir aynıysa ya da örtüşüyorsa, Susurluk döneminde bu ülkenin gurur duyduğu vatan için hem kurşun yiyen hem kurşun atan ağabeylerin (!) kardeşlerinin tribünlerde yaptıklarından hoşnut olmak mümkün değil. Türkiye’nin derin devletinin, çeteleşmesinin, emek karşıtı hareketinin kaleleri stadyumlar haline gelmişken, Kasımpaşa taraftarları giyimlerinden ötürü müzisyenleri linç ederken, taraftarlar karşılıklı linç politikaları uygularken, İlhan Cavcav, Aziz Yıldırım, Yıldırım Demirören, Adnan Polat gibi adamlar hatlarımızı bloke etmişken, tek bir temennim var; geçen seneki slogana nazire yaparak: Sportoto Süper Lig hızla bitsin!
Kaos GL Dergisi 116. Sayı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)