4 Kasım 2011 Cuma

Özgürlükçü ve Eşitlikçiler Neden Kendi Bayram Gazetelerini Çıkarmıyorlar?

Bugünlerde, medyada üstüne düşünülmesi gereken birçok konu var. Elbette bu 'acil' konular arasında her yıl rutin olarak gündeme gelen ve rutin bir çözümsüzlükle sonuçlanan 'Bayram gazetesi' meselesine de el atmakta fayda var. Elbette, özellikle okur açısından, ilk görüşte 'bayram gazetesi' başlı başına bir mesele olarak idrak edilecek durumda olmayabilir. Ancak, bir gazeteci için 'bayramda çalışmak' ve 'bayram gazetesi' mantıksızlığını irdelemekte büyük fayda var.

Her şeyden önce, bugün Türkiye'de medyanın bir 'market' olduğunu ve herkesin ürününü 'istikrarlı' bir biçimde pazarlamak peşinde olduğu gün gibi ortada olan bir gerçekliktir. Bu, herhangi bir gazete için açıkça dillendirilebilir durumdadır. Öyle ki, bir gazetenin çıkması, çoğunluğu reklam arası haber biçimine gelmiş gazeteler dünyasında aslen tüketim endüstrisinin kendisini yenilemesi, imajların ve harflerin tekrar ve tekrar tüketimi tembihlemek üzere dolaşıma çıkarılmasıdır.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da bir 'anlaşmazlık' gerekçe gösterilerek 'bayram gazetesi'nin çıkması engellendi. Açıkçası, zaten razı olmayan taraflar bir kez daha kendilerini 'mağdur' konumuna getirerek bayram gazetesinin çıkmayışını meşru bir zemine çektiler.

Bayram gazetesinin öneminin çeşitli gerekçeleri vardır. Gazetecilik, ne denirse densin, fazlasıyla subjektif değerlendirmelere ve daha çok da ilişkilere dayalı olan, fikri münasebetlerin eylemliliğin önünde değer gördüğü için, psikolojik olarak yıpratıcı bir meslektir. Yazı İşleri masalarında yaşanan kavgalar, küçük sürtüşmeler, ana avrat (!) küfreden yayın yönetmenleri, mobbing, seksizm, emek sömürüsü, staj adında köleleştirme gibi birçok eksende bakıldığında gazeteciliğin artık bir sömürülmeye hazır müstahdem olma durumundan farkı olmadığı ortadadır.

Şimdi bu sömürü düzeninin hafifletilmesi için ortada bir 'kolektif irade' olmadığı ortada. Sendikalaşma denen şey zaten basın emekçileri arasında ufukta bir hayal olmaktan öteye gidemezken, Habertürk gibi gazeteler her ay 100'er kişiyi işten çıkarırken, daha 'özerk' basın güçleri stajyer olarak ya da başka gerekçelerle gazetecileri 'üç kuruş' ve 'ideolojik doyum' çerçevesinde çalıştırırlarken ortaya en azından bayram dediğimiz süreçte konacak bir irade olması gereği ortadadır.

Eğer her fırsatta 'emek sömürüsü' ve benzeri şeylerden bahsedeceksek, biraz da bu sömürü sisteminin normlarına ne kadar uyduğumuzu biraz kendimizden uzaklaşıp görmemizde fayda var. Liberaller bahsettikleri küresel vicdandan, devrimciler bahsettikleri o 'haklardan' bahsetmeye istikrarlı bir biçimde devam etmek istiyorlarsa ellerindeki gazeteleri birçok gerekçeyle bayramlarda tatil etmeli ve bir nöbetçi gazetecilik kolektifinin bayram gazetesini çıkarmasına izin vermelidirler.

Özellikle Türkiye gibi basının İstanbul'a 'sıkıştırıldığı', gazeteciliğin 'masabaşı' hâlleri söz konusuyken, ortadad zaten gazetecilik adına bir şey kalmamışken, insanların dev plazalarda da küçük binalarda da olsa 'ev'lerinden uzakta bir  yerde esir tutulmaları Zaman ve Sabah gazetelerinin reklam paylarından vazgeçmemeleri gibi rantçı ve çirkin bir meseleyle meşru gösterilecekse, sanırım aslında diğer gazetelerin de 'vazgeçmek' gibi bir eğilimleri olduğu söylenemez.

Tutuklanan, yok pahasına çalıştırılan gazetecilerin bir de Zaman ve Sabah gazetesi üstünden meşrulaşan patron inisiyatiflerine kurban gitmesi tam anlamıyla zırvadır. En azından devrimci sosyalist ve özgürlükçü günlük basının ortak bir irade ortaya koyarak çıkarabileceği bir bayram gazetesinin yaratacağı dayanışma ruhu sahiden çok mu uzak? Yoksa elde edilecek rantın boyutları, Türkiye'deki medya tarihinin her evresinde olduğu üzere çoğu arkadaşlarımız, ağabeylerimiz ya da ablalarımız olan gazetecilerin 'soluk almalarından' önemlidir deyip, artık tüm basını olduğu gibi kabul edeceğiz.

Belki de sözü Cem Karaca'ya bırakmak lazım: "Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları, hepsi halka karşıdır!"

Tipik totaliter kapitalist mantıktan kendimizi ayırt etmenin zamanı gelmedi mi?

4 Ekim 2011 Salı

Selanik'te Sonbahar / Kişisel Ve Resmi Tarihin Arasına Sıkışmış Bir Kurgu

Tuna Kiremitçi’nin yeni romanı Selanik’te Sonbahar’ı okumadan önce kitap hakkında yazılanları okurken dikkatimi en çok çeken, “Olay bir adada geçiyordu,” cümlesinden ibaret olan yorumdu.
Romanı okurken ‘olay’ın ne olduğunu, adanın neyi temsil ettiğini ve bunca karmaşık hikâyenin nerede durduğunu bulmak, sanırım okur kadar yazarın ta kendisi için de zor olmuştur. Aslında zaman algısını da mekân algısını da öyle ya da böyle reddeden romanda asıl mesele sade ve sadece karakterler, hisleri ve şu sorudur: “Ya olmasaydı” değil, “Mustafa Kemal oldu da ne oldu?”
Açıkçası, “Osmanlı Cumhuriyeti” isimli yüksek zekâ ürünü filmi izledikten sonra “Ya olmasaydı” kurgularını okumamaya/dinlememeye yemin etmiştim. Öyle ki, tarihin ilerlemeciliğine karşı duran ve 1923’ü böylesine kutsayan; ama ortaokul ezberinde “Osmanlı da o kadar kötü değildi, gururlu adamlardı,” demekten ileri gitmeyen yapımların ve yapıtların vardığı ve pop kültür içinde varabileceği noktayı görmüştüm.
Selanik’te Sonbahar, sorduğu soru bakımından kesinlikle ilk bakışta bunlardan ayrı duruyor. Edebi bakımdan benim kafamda art arda gelen sahneler ve karakterlerin kendi dillerinden içindeki duruma bakışlarını anlatımlarından yola çıkarak yaptığım tanımla, gişesi pek olmayacak bir filmin senaryosunun kişisel notlardan oluşan bir günlükle birlikte kitaplaştırılmış hâli, hele ki yazarın Vatan’da, Hürriyet’te ve Cumhuriyet’te son üç yıl içerisinde yazdığı yazılara ve geçmiş edebi kariyerine baktığınızda onda ‘iz bırakan’ ne varsa ideolojik ya da duygusal bakımdan fark etmeksizin bu kitapta olduğunu söylemek mümkün.
Kısacası, bu bir ‘roman’ diyemeyiz; Tuna Kiremitçi’nin tek kişi tarafından çıkarılan özgün bir fanzin oluşturduğunu ve bu fanzinde bizi iç dünyasındaki ve özel hayatındaki bütün karmaşanın içine çağırdığını, son yıllarda yaşadığı ideolojik kırılmanın sebeplerine ışık tuttuğunu görebiliriz.
Karakterleri Örerken
Kiremitçi daha önce Bu İşte Bir Yalnızlık Var romanında da işlediği müzisyen karakterini, bu sefer kurgusal olarak efsaneleştirmiş ve kendi kafasındaki müzikal kariyerinden kaynaklanan çeşitli ‘keşke’lerden ortaya Atilla’yı çıkarmış.
Atilla, çağında kitleleri arkasından sürükleyen bir romantik, ama o da Tuna Kiremitçi romanı karakterlerinin ‘kaçınılmaz’ sonunu yaşıyor ve inkâr ettiği ‘aşk’ın pençesine düşüyor.
Üstelik bu ‘aşk’ hikâyesi, Kiremitçi’nin yakın dönemde tabiri caizse kafayı taktığı müzisyenlerin ve hayatlarında insanların kılığına giren bir ölüm meleğinin gözlemi altında gerçekleşiyor.
Yazarın, yarattığı azrailin ağzından verdiği mesajda olduğu üzere gerçek bir ölüyü öldürmek ile hayatı tatmakta olan birini öldürmek arasındaki fark ise, aşkın hayatın önkoşulu olduğuna dair vurgusundan kaynaklanıyor.
Normal şartlarda, kitaptaki isimleri üst üste koyduğumuzda Atilla’dan Mete’ye lisenin Genel Türk Tarihi dersine kadar dönüyoruz; ama sanırız asıl meselemiz Samsun’a çıkamamış Kemal Paşa ve 1923 model Kemalizmin (sürekli patinaj halindeki) iflah olmaz sorusu oluyor: “Kemal Paşa olmasaydı nerede olurduk?”
Elbette Kiremitçi, romanını Mustafa Kemal’den bir dev yaratmak amacıyla yazmamış; aksine, iyimser bir okur bu kitabı eline aldığında Mustafa Kemal’in sekülerleştiğini dahi düşünebilir, ki Türkiye’de bunu yapmak kısa bir vakit öncesine kadar cesaret isteyen bir işti, ellerinde ‘kafamızdaki Atatürk’ kalıpları ve mezuralarıyla Kemalizm ölçen tarihçilerimizden nasibini alması işten bile olmazdı Kiremitçi’nin elimizdeki kitapla.
Kemalist namusçuluk, aslında bu kitaba fazlasıyla takabilirdi.
Örneğin Atilla’nın aşk yaşadığı Fikriye ve Latife’nin kutsamacı Kemalist kültür dahilinde fanusta saklandığı düşünüldüğünde, Mustafa Kemal’in hayatına girmiş kadınlar olarak bir aşk romanında yer almaları ‘yeni’ bir şey, hele ki bir başkalarının aşkı iken Fikriye ve Latife Hanım’ın adaşları.
Zaten, Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’in hayatındaki yeri bile fısıladanarak dile getirilirken, Fikriye adını (başka bir karakter üstünde taşısa bile) bir başka alternatif evrende bir başka bedende kazınmış bir aşk olarak görmek fazlasıyla olağandışı.
Politik Harikalar Diyarı
Kitap hakkında söz söylerken açıkçası yazarın politik durumu hakkında da bir şeyler söylemek şart. Buket Aşçı’yla yaptığı söyleşide, Buket Aşçı’nın romanla ilgili amacına dair sorusuna cevaben Kiremitçi’nin söylediklerine dönelim:
…“Atatürk olmasaydı ne olurdu” her aklı başında insanın en az bir kere düşündüğü bir şey. Haliyle, romanı bunun üzerine kurmak sıradan olurdu. Bu yüzden soruyu başka türlü sordum. Yani “Atatürk oldu da ne oldu?” şeklinde. Bütün bir cumhuriyet macerasından sonra hangi noktaya geldik? Mirasın değerini biliyor muyuz? Yoksa 1923-2002 arasını bir parantez olarak görüp geçecek miyiz?1
Kiremitçi’nin yaşadığı dünyanın nasıl bir dünya olduğu ilgi alanımız dışında olmakla beraber, 2002’yi ‘yeni’ bir dönemin başlangıcı değil, ısındırılmış bir yemeğin servisi olarak görmek gerektiğine inananlardanım.
Aynı ulus-devlet, aynı anayasa, aynı ordu, aynı bayrak, aynı milliyetçi hezeyan etrafında kurgulanan bir ‘ulus bilinci’nin Türkiye’deki azınlıklar ve ‘ezilenler’ için şu an bambaşka bir şey ifade ettiğini söylemek yanlış olur.
Oysa Kiremitçi 2002’yi milat olarak çizmiş ve kurgusunun başına da böyle yansıtmış.
Aslında ben de ‘Mustafa Kemal oldu da ne oldu?’ diyenlerdenim.
Ama Kiremitçi’nin sitemi ‘biz’ Mustafa Kemal’i takip etmeyenlereyken, benim sitemim Mustafa Kemal ve kurucu kadronun ta kendisine. Bir Cumhuriyet bu kadar mı ‘yanlış cumhuriyet’ kurgusuna kurban gidebilirdi ya da 1920’nin meclisiyle 1923’ün meclisi arasındaki farkın yarattığı sitem benim vurgum olabilirdi.
Öyle ki, bu noktada “Mustafa Kemal olmasaydı ne olurdu?” edebiyatı ile Tuna Kiremitçi’nin “Mustafa Kemal oldu de ne oldu?” sorusu arasında çok büyük bir fark görülemiyor.
Kitabın ve Kiremitçi’nin söylemlerinin kendisi, Kiremitçi’nin kitabı yazarken farklılaşma noktası olarak ortaya koyduğu şeyin inkârı anlamına geliyor.
“Mustafa Kemal’i Sahiplenmeden
Aydın Olunamaz”
Aslında Kiremitçi’nin günlük hayatında da sık sık söylediği bir şey var, ki bu da Mustafa Kemal’i kabullenme ve sevmenin ‘aydın’ biri olmada önkoşul olması. Aydın gibi nötr bir kavramı kullanmaktan çekinsek de de, bu kavramın olumlanmış biçiminin illa ki Mustafa Kemal damgalı olması gerektiğini düşünmeyi Yılmaz Özdil tipi ulusalcılığın bir örneği olarak görebiliriz.
“İnsan para gibidir, güneşe tuttuğunda içinde Atatürk’ü görmüyorsan sahtedir” türündeki bakış açılarıyla bu entelektüel tasviri arasındaki derinlik farkı sadece cümleyi kurandan kaynaklanır, ki kendisi başarılı şiirler de yazmış bir şair olduğundan Kiremitçi okurda biraz da hayal kırıklığı yaratabilmektedir.
Zaten, Türkiye’deki ‘yeni aydın’ kitlenin MTTB’nin bütün değerlerini bize ‘yeni değerler’ olarak tanıtmaya çalıştığı dönemde 1920’lerin ruhuyla ‘diriliş’ arzulayan bir edebiyatın gerçekçi olduğu söylenemez.
Sol içi edebiyat bile 1980 sonrası ruhuyla hesaplaşmayı denerken ulusalcıların kıl kıpırdatmaması ve hâlâ ‘ulus ruhu’ndan bahsetmesi (bahsi geçen röportajda yer alan bir başka cümlede), cumhuriyeti ‘başarılı’ bir devlet projesi olarak lanse etme çabaları biraz da kalan son segmentin okuruna göz kırpmak gibi geliyor, ki bu da ‘okur’ olarak kitapla öyle ya da böyle arası iyi olan Kemalist okurun sırtını sıvazlamak adına iyi bir efor sayılabilir.
Livaneli ve Kiremitçi ile
“Ada”yı Düşünmek
Zülfü Livaneli’nin Ada romanını okuyanlar, Tuna Kiremitçi’nin adasından ne beklemeliler? Belki de asıl sorulması gereken soru bu. Aslında Zülfü Livaneli’nin bir çeşit 12 Eylül modellemesi olan Ada’sıyla, Tuna Kiremitçi’nin Ada’sı arasındaki fark ada sakinlerinin durumundan kaynaklanıyor.
Ada, bir sürgün edilmişler diyarı; oysa Livaneli’nin adası bir kaçış cennetinden cehenneme dönerken Kiremitçi’nin adası toplumun ‘kirli’ adlettiklerinin ‘temizlendiği’ bir yer değil; aksine onların oldukları gibi kaldıkları bir yer.
Bir Politika Alanı Olarak Edebiyat
Tuna Kiremitçi edebiyatını bir savaş alanı olarak kullanıyor, öyle ki, onun ideolojik hegemonya paslaşması arasında tuttuğu saf edebiyatçı ile politikacı arasındaki farkı gözetememesinden, dahası hem edebiyatçı hem politikacı olabilen, bu ikisini nemalanmadan yapabilen insanlarla benzeşmemesinden kaynaklanan bir olmamışlık hali de var.
Örneğin, ADD’nin böyle bir sitemkâr romanı basmak istemesi doğal karşılanabilirdi. ‘Sahip çıkılmayan ideolojik değerlerimiz’ temalı bir romanın satma ihtimali elbette yüksektir.
Mühim olan edebiyatçının durumuyken, politik duruşun ve edebi yeteneğin ötesine taşınmaya çalışılan roman, bir şekilde Kiremitçi’nin kurgusuyla birleşince ebedi nitelik fazlasıyla geriye düşmüş, öyle ki Kiremitçi’nin daha önceki kitaplarını okuyanların öngörebileceği tasvirler ve duygular var kitapta.
Kitabı kitap yapan bir gözlem değil, kurgunun ta kendisi.
Bu noktada politik duruş, romanı romanlıktan uzaklaştırıp bir film kurgusuna döndürüyor. Yazarı da bir bildiri yazarı konumuna getiriyor.
Bir bildiri yazarının da edebi açıdan geçerliliği olan şeyler yazması mümkündür; ama hedef saptama konusunda Kiremitçi’nin pek de başarılı olduğu söylenemez.
Ayabakanlar ve Yolda Üç Kişi’nin kredisi yüksek, Kiremitçi’nin bu yolda yürümeye ‘rahatça’ devam etmesi belki de bundan. Ama yazarın kendisini böylesine anaakım bir alandan radikal bir grubun temsilcisi düzeyine çekmesi de bir edebiyatçı adına ne kadar doğru bir ihtiras, tartışılması gereken aslında budur.
Murat Uyurkulak’ın geçtiğimiz haftalarda Taraf Kitap’ta yaptığı edebiyatçıların kapak yıldızları haline geldiği yeni kitlesel ürün edebiyatı tarzına dair bir şeyler söylemek de söz konusu Tuna Kiremitçi olunca farz haline geliyor.
Öyle ki müzik, sinema, edebiyat gibi farklı dallardanu üretim yapan ve kanımca bilincini en çok da müzik meşgul eden biri olarak Tuna Kiremitçi kapitalist ‘güzel’ erkek biçimciliğini de en iyi biçimde kullanmaktan çekinmiyor.
Hatta yer yer, edebiyatını magazinel bir gerçeklik üstüne kurguluyor, gündemini yaratıyor ve bu gündem üstünden çoğu iyi edebiyatçıya nasip olmayacak bir tanınırlığa sahip olma şansına hızla erişiyor.
Kiremitçi’nin, hayatta bulunduğu yer elbette konumuz değil; ama bir edebiyatçının medyanın heteroseksist düzleminde nasıl yer bulduğunu görmek açısından Kiremitçi iyi bir örnek. Bunu en çok da Kiremitçi’nin basında yer alış biçimini göz önüne aldığımızda anlayabiliyoruz.
Türkiye Basını’nın gökten Amerikan tipi medya özentisi kodlu zembille inen ‘gururu’ Ayşe Arman’ın Kiremitçi’nin sevgilisi ile yaptığı röportaj sahiden tarihe geçecek nitelikte. İki kadının yaptığı röportajın medyada ses getiren kısmı ‘esas çocuk’ üstüne.
Erkeğin böylesine öne çıkarılmasına fırsat veren durumlar özellikle bir yazar için ‘ekonomik’ açıdan getirilere sahip olabilir; ama asıl tartışılması gereken Kiremitçi’nin bir edebi figür olarak kendi romanlarındaki ‘ölümden daha romantik bir şey tanımayan’ adamlara o kapaklarla ne kadar sadık kaldığıdır belki de.
Kiremitçi belli ki insanın kaçınılmaz değişkenliğini tecrübe ediyor. Ama bu değişkenliği tecrübe ederken aşması gereken duvarların kendisi de farkında. Bu duvarların medyanın ve ktapitalist edebiyat alanının duvarları olduğu ortada, peki ya bunu yaparken bir lobiyle bir pazar arasında seçim yapmak zorunda kalan edebiyatçının dilemması?
İşte bu noktada Kiremitçi’ye de ‘varlığını’ sürdürmek zorunda olan bir yazar olarak suçlama yöneltemiyoruz; öyle ki ‘satan’ kitaplar yazan ve tanınan bir yazar olmak her anlamda bir yazara farklı sorumluluklar yüklüyor. Peki ya yazar olmanın getirdiği sorumluluklar? Günümüzde bunlar hep başka bahara bırakılıyor.
Peki ya bu ‘sorumluluklar dünyası’ terk edildiğinde yazara yeni bir gerçeklik yaratmak adına nasıl bir şans kalıyor ya da yazarın önündeki ‘eseri’ şekillendirmesi neye bağlı oluyor? İslami damar güçlüyse işin içine şeyhlerin, Kemalizm güçlüyse kemalistlerin terminolojisini katmanın bu kapak fotoğraflarından farkı ne? Zamanın ruhu ile yapılan kitleye yönelik edebiyat sizce neyi ne kadar ifade ediyor?
Kiremitçi’nin bu sorulara vereceği bir cevabı var mı bilemiyorum; ancak kitlesel ve satış amaçlı edebiyatın tamamının yükünü kendisinin sırtına yüklemek de her anlamda talihsiz bir duruş olacaktır, tıpkı Kemalizmin ‘şanlı’ tarihini kurtarma görevini üstlenen edebiyatçının olduğu gibi. 1938 Dersim’den 1915′e, 6-7 Eylül’e dek Kemalist rejim ve götürdükleri üstüne ‘tarihsel’ bir bakış açısıyla bir şey yazmanın çok daha zor olduğu ortada. Oysa hamaset, edebiyatın yeni ve takipçisi bol bir türü olarak, yeni okur segmentleriyle çok daha kullanılmaya açık bir taktik. Ne demek gerekir? Selanik’te Sonbahar’ın sorduğu soruyu biraz değiştirerek bitirelim: Selanik’te Sonbahar yazıldı da ne oldu?
Mesele Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır

Emine: İlişkiler Dahil Her Şeyin Politik Olduğu Roman / Birgün Kitap


Seri halinde roman yazmak bir risktir. Özellikle de kahramanların karakterlerini daha iyi algılamak bir diğer kitabı da okuyarak fikir edinmeyi gerektiriyorsa. Mehmet Eroğlu’nun yeni kitabı Emine, yazarın Fay Kırığı isimli serisinin ikinci kitabı olmakla birlikte, seriden bağımsız olarak da okunabilecek bir tema etrafında karakterlerini örmüş, aşk ile siyasete dair sorgulamaları bir arada kotaran bir eser.
Yazı:  Sarphan Uzunoğlu
Fay Kırığı serisinin ikinci romanı Emine aslında serinin adını aldığı durumun ta kendisine oldukça uygun bir temayı işliyor. Fay Kırığı 1980 sonrası Türkiye’sinde yaşanan beyaz türk sermayesi-yeşil sermaye, Kürt-Türk, İslamcı-Laik ayrışmalarını teker teker işleyen bir seri. Birinci kitap olan Mehmet’te, 90’larda doğuda çatışmalara katılmış Mehmet’in etrafındaki karakterlerin trajedilerini anlatan Eroğlu, birinci kitapta meydana getirdiği kırılmalarla aslında ikinci kitabın sinyalini veriyordu. Mehmet’e sonradan iş verecek olan yeşil sermayenin tanınmış ailelerinden birinin üyesi olan Yakup’un savaş sürecinde bütün tanrı inancına rağmen çok büyük ve onarılmaz fiziki yaralar alması, ama bu sırada tanrıtanımazlığı ile bilinen sendikacı Altan’ın hiçbir şekilde tek bir yara bile almadan savaşı atlatması ve Mehmet’in de Yakup’u ölümün dibinden çıkarması serideki ilk kırılma denebilir.
Bu kırılma bir dindarın, Tanrı’nın sevdiği kulu olmanın ibadetle tek başına gerçekleşmeyebileceğine dair fikirlerinin de tohumunun atılışı denebilir. Zaten Eroğlu da ikinci kitabında ortaya atacağı sosyal islamın desteklenmesi gerektiğine dair fikrin meşru yanını birinci kitabında bu şekilde kurguluyor. Emine ve Mehmet, iki ayrı dünyanın iki üyesi, aslen onları buluşturan şey etraflarındaki çizgi iken kitabın aşk çekirdeğini oluştursalar da kitap aslen etraflarındaki insanların değişkenliği ve yaşadıkları dönüşümün doğası üstüne kurulu.
Zaten Eroğlu da bunun farkında. Mesele Dergisi’ne verdiği röportajda kahramanın iyisinin hikayenin başından sonuna doğru değişeni olduğunu söyleyen yazar, kitaplarını tam da bu değişim mantığının üstüne kuruyor. Peki ya bu değişimin tutarlılığı?
BİR ROMAN KAHRAMANI OLARAK İHSAN ELİAÇIK
Aslında Eroğlu’nun kitapla ilgili eleştirileri en çok göğüslemek zorunda olacağı nokta bu. Sosyalist geleneğin içinden gelen bir yazar Müslümanları ne kadar ‘esaslı’ biçimde tanıyabilir. Bu biraz zor gözüküyor. Öyle ki yazarın kendisinin de belirttiği üzere sosyalistler cumhuriyetin birinci kuşak çocuklarının evlatları olarak dine karşı öyle ya da böyle tepkili yahut dinden fazlasıyla uzakta bir şekilde büyütüldüler. Dini, devletçe yönlendirilişini, kısacası dini formsuzlaştıran, anlamsızlaştıran tüm politikaları sorgulamaya vakitleri olmadı. Zaten toplumun büyük bir kısmında sağın sığlığınca yaratılan algıdaki sosyalistlerin ‘din düşmanlığı’ kavrayışı da tam da buradan ortaya çıktı. Camii önlerinden toplanan eylemci çocuklara sorulan o “Öğle namazı kaç rekat?” sorusunu hatırlarsak, Türkiye’de muhalif algısını kavramakta güçlük çekmeyiz. Yine de Eroğlu her ne kadar bu birleşmeyi mümkün görerek birilerine ‘garipsenecek’ bir portre armağan etmiş olsa da Eroğlu’nun bahsettiği Müslümanların şu aralar hapishanede olan Soner Yalçın’ın deyişiyle ‘bildiğimiz Müslümanlara benzemeyen’ o İslamcılardan değil de Müslümanlardan olduğu ortada.
Tam bu noktada o beşbenzemez Müslüman-İslamcı hadisesinde Eroğlu tarafını kitabına yerleştirdiği Hasan Hoca karakteri ile veriyor. Servet düşmanı olan, faizi ve biriktirmeyi şiddetle reddeden, sendikacılarla kol kola girerek İslam’ın geleneksel yüzüne selam çakan Hasan Hoca, en son alternatif iftarlarla gündeme gelmiş olan İhsan Eliaçık’ın bir portresi. Zaten Eroğlu da bunu kesinlikle inkâr etmiyor, dahası kitapta kullandığı açık referanslarla İhsan Eliaçık’ın röportaj ve yazılarındaki söylemleri tekrarlıyor. Onun için beraber yürümekten çekinmeyeceği bir Müslüman demeyi biliyor. Tabii burada bir başka soruyla baş başa kalıyoruz. Acaba böyle bir birliktelik mümkün mü?
Eroğlu, kitabında yaşanan çatışmayı bir kırılma noktası olarak görüyor olabilir, peki ya Müslümanlar ve laikler (!) böyle bir birlikteliği hangi noktada hayata geçirebilecekler? Onların yaşayacağı çatışma tam nerede meydana gelecek? Kim görme gibi yetilerini kaybedecek, kim onu bu çatışmadan kurtaracak. Öyle ya da böyle ‘ortak düşmanları’ kim olacak? Ümmetçilik etrafında birleşen bir damar sosyalizme ne kadar yakın olabilir? Belki de öncelikle geçmişe birlikte yol almakta fayda var. Kürt ve Türk savaşına da gelmeden 12 Eylül 1980′de susan ve dahi bir kısmı cemaatler eşliğinde darbeyi onaylayan müslümanlarla 28 Şubat’ı alkışlayan (!) kimi solcuların bir arada bulunması mümkün müdür? İşte tam bu noktada asıl soru ile baş başa kalıyoruz.
Bugün toplumsal olarak yeni bir algıyı yaratmak için geçmişle hesaplaşmak şart. Örneğin Sivas 93′le ilgili müslümanların ne düşündüğü çok önemli, zaten Eroğlu’nun bize hatırlatması gereken asıl nokta da bu. Eroğlu sınıfsal olarak orta ve üst sınıf müslümanların sermaye ile imtihanını ele alırken hep bir noktadaki boşlluğu kaçırıyor. Bir hesaplaşma kültürünün bu topraklara pek de uğramamış olması. Özellikle son dönemdeki Sivas vb. olayları islami iradeye değil derin devlete mal ederek sanki Aziz Nesin ve orada öldürülen aydınlar ‘devletin hedefi’ imiş de oradaki müslüman kitle buna alet olmuş gibi bir algı yaratılması ve bu algının ‘burjuva müslümanlığının’ derin devletle hesaplaşması adı altında yutturuluşu göz önüne alınınca Eroğlu’nun kurguladığı kodlar biraz havada kalabiliyor, ancak pratikteki kimi birliktelikler de Eroğlu’nun tezlerini doğrular nitelikte.
Örneğin, Ramazan ayı boyunca yapılan alternatif iftar eylemlerinde aralarında Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerin de bulunduğu sosyalist bileşenlerin İhsan Eliaçık’ın başını çektiği burjuva islam karşıtı koalisyona verdiği destek tam da bu anlamda pratikte bir birlikteliğin varlığını gösteriyor. Bu koalisyona desteğe gelen isimler arasında ateistlerin dahi bulunması sosyalist müslüman ittifakının mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak yazar kendisi de belirttiği gibi yalnızca kuyuya bir taş atıyor. Ortaya metodolojik bir birliktelik çözümü sunmuyor zaten bunu sunmak içinde yapılması gerekenin bir kitap yazmaktan ötesi olduğunu söylüyor.

Yazarın söyledikleri arasında en ilgi çekeni ise tanrının kutsallığına eğer ortaya bir değişim çıkacaksa tahammül edebileceği gerçeği. Zaten bu da Eroğlu’nun asıl inandığı şeylerden vazgeçmediğini, sadece inandığı şeylerin esnekliğini arttırıp neoliberal hegemonyaya karşı yeni  bir fikir oluşturulabileceğine dair fikir zeminini oluşturmak istediğini açıkça ortaya koyuyor. Eroğlu niyet olarak geçtiği bu sınavı vermek için teorik olarak daha fazla kanıta muhtaç, bu kesin. Ancak hiçbir durum kocaman bir romanın yabana atılması gerektiğini meşrulaştırmıyor, aksine bir yazar olarak ortaya koyduğu bu tartışma alanı Eroğlu için, onun payına düşen için, yeterlidir denebilir.
EMİNE: SAVRULMANIN EŞİĞİNDE BİR KADIN
Aslında Emine’nin kitabın başından sonuna yaşadığı dönüşüm ve duygular ise tipik bir burjuva müslüman ailenin durumunu anlatıyor. Bir şekilde batılılaşan bir ailenin küçük kızı olan Emine’nin ailesinin portrelerini hatırlatmakta fayda var. Emine’nin ablası mücahit olduğunu söyleyen biriyle dinen gerekli olduğunu düşündüğü için evlenecek kadar dine bağlı biriyken kardeşi modern sermayenin orta yerinde sıkışan biri. Hem zenginleşmenin getirdiği tüm deformasyonu yaşıyor hem de yeşil olmayan sermayenin sahipleriyle benzer bir hayat yaşamanın peşine düşüyor. Bu noktada yaşadığı bölünme ise zaten onun kaderi haline geliyor.
Emine’nin yaşamı ise ne kadınlığını ne bireyliğini keşfetmesine izin verilen bir yaşam. Arasında sıkıştığı bu gerçeklik Emine’yi sıkıştırmakla kalmıyor bazen ailesiyle eşi Mehmet arasında seçim yapmaya bile zorluyor. Yine de Emine roman boyunca seçimini kendinden yana yapmasını biliyor. Bu, bir aşk romanının ötesinde ilişkilerin politikliği üstüne bir roman bu. Peki ya bu politiklik aile denen kapitalist hücrenin ötesine geçebiliyor mu? Kesinlikle evet. Mehmet Eroğlu ve Emine arasındaki iktidar ilişkisi kitap boyunca süregelirken Mehmet savaşta öğrendiği tüm şiddeti gerektiğinde Emine’yi korumak adına (!) gerektiğinde de zevk için kullanabiliyor. Zaten Mehmet, şiddete ve savaşa ilişkin görüşlerini anlatırken de ‘emredilerek değil emredilmeden yapılanları’ öne çıkarıyor.
Tam bu noktada Emine’nin korunabilirliği ise feminist çerçevede bir sorgulamaya muhtaç. Emine kadın tarafıyla sürekli romanın korunmaya muhtaç öznesi konumunda ve bu durum romanın başından sonuna fazlasıyla anlaşılabilir durumda. Mehmet romanın ana kahramanı olsa da Emine’nin hayatının iki kahramanından biri. Emine’nin ilk kahramanı hiç sahip olamadığı annesi. Mehmet ise Yakup’un hayatını kurtaran ve büyüdüğü evde fotoğrafı salonda hep asılı duran bir kahraman. Emine’nin imgelere olan aşkı zaten tam da bu bağlamda mühim. Emine’nin yaşadığı aşkı ise tam burada sorgulayabiliriz.
Başörtüsü her daim Mehmet ile arasında evlilik öncesi bir engel olan Emine de Mehmet’in kafasında evlilik sonrası yeni bir kimlik oluşturuyor. Eroğlu’nun burada düşmediği bir tuzak var. Çünkü bu noktada önemli olan Emine’nin bir kadın olarak varlığını da es geçmemek. Roman boyunca Emine’nin bir cinsel hayatı olabildiğini, mastürbasyon yaptığını vs. algılayabiliyoruz. Eroğlu geçmişteki romanlarında cinsellikle ilgili açıklığını muhtemelen İslami kesimden gelecek tepkiler nedeniyle biraz dizginlemiş görünüyor, yine de bu güzel ve arzulanan bir kadın olarak Emine portresini es geçmesine neden olmamış. Yine de ‘korumaya muhtaç’ Emine bağlamındaki çeşitli problemleri de dile getirmekte fayda var. Emine’nin elbette sermayeyle randevusunu asla kaçırmadığı ortada. Yani o da ailesinin yaşadığı bozulmayı yaşayarak sermayeyle birlikte dönüşüyor ve dahi ‘benim’ kelimesini hayatının tam merkezine oturtuyor ki bu da zaten onun yaşadığı sarsılma ve savrulmanın yapıtaşı.
MEHMET: HEP İKİNCİ GELEN BİR ADAM
Mehmet Eroğlu, adaşı Mehmet karakterinde ise sıradan bir adamı anlatıyor. Annesinden açık tabirle nefret eden, babasını kendine daha da yakın bulan Mehmet aslen çoğu zaman kendinden dahi uzak kalmış bir karakter. Evlerindeki iktidar savaşından kaçmak için tek bir yol bulup küçüklüğünde atlet olmayı seçen Mehmet ortalamalığını tam bu noktada yaşıyor. O kaybeden bir sınıfın kaybeden çocuklarından biri olarak hep ikinci oluyor. Zaten solcu bilinen babasının sürgün edilmiş hayatı ve yoksulluğu içinden eglen hikayesinin yarattığı çeşitli kompleksler Mehmet’in hayatında hep belirleyici olmuştu.
Daimi bir ikinci olarak Mehmet’in hayatındaki tek birincilik Emine’nin ailesinin şirketlerinin başına gelmesiydi. Emine ile evliliği onun açısından yalnızca özel bir edinim değil aynı zamanda ciddi bir prestij edinimiydi. Zaten hayatın ‘olağan ikincisi’ Mehmet’in normal şartlarda ‘işe yaramaz bir kafir’ olarak tanımlanacağı bir ailede edindiği bu statünün bu denli yüksek olmasının ardında da tam da bu gerçeklik yatıyor. Bir ikincinin bu denli öne çıkışı sade ve sadece bu şekilde anlam kazanabilir.
Mehmet, hiçbir şekilde bir asker değil, zaten aklında olan tek şey de biraz uzakta kalabilmek ve hayalini kurduğu uzaktaki eve gidebilmek. Bir başka nokta da şu ki, Mehmet başına geçtiği holdingin konumunu değiştirmek istiyor ve bunu profesyonel normlar içinde yapıyor ama değiştirmekle kalmadığı bir şey daha oluyor, bir ailenin iç politikası. Bu Mehmet’i hayatı boyunca tatmadığı bir iktidarla baş başa bırakıyor. Ailenin içindeki sırlara hakimiyeti ve gücüyle Mehmet sadece Emine’ye değil bütün aileye hükmedebilir duruma geliyor.
HASAN HOCA’NIN ETRAFINDA BİR ROMAN
Aslına bakılırsa romanın bana göre baş kahramanı her şartta İhsan Eliaçık’ın bir yansıması olan Hasan Hoca idi. Hoca hem fikirleriyle romanın gidişatına şekil veriyor hem de sermayede geleneksel inancın bir gedik açıp bir şeyleri değiştireceğine inancını ortaya koyuyor. Ancak emin olunması gereken şu ki Mehmet Eroğlu’nun yarattığı Hasan Hoca karakterinin etrafında gerçekleşen dinamikler genellikle ‘özel’ koşulların sonucu. Doğal olarak ‘yazılmış’ bir karakter olarak Hasan Hoca’nın ilgili başarı ve itibarı elde etmesi İhsan Eliaçık gibi insanların ayakta durmasından çok daha kolay oluyor.
Tüm bunları göz önüne aldığımızda Hasan Hoca karakterinin romandaki derleyip toparlayıcı fonksiyonuna da el vermekte fayda var. Romanın ‘görünmez eli’ olarak Hasan Hoca bir yandan da Altan’la kol kola girerek Mehmet’in hayatını değiştiren isim haline geliyor. Etrafına topladığı isimlerden çok etrafında toparlanılan fikire yapılan vurgu yer yer yazarın olası hayranlığı ile birleşerek üst bir boyuta geçiyorsa da gerçeklikten fazla uzaklaşmıyor. Hasan Hoca karakteri’nin etrafındaki isimlerin demografik bir analizini yaparsak öncelikle hakim Türk-İslam mantığından ve onun heteroseksist yapısından uzak olunduğunu görebiliriz. Hasan Hoca etrafındaki figürlerin hesaplaştığı şey geleneksel İslam değil burjuvazinin İslam’ın üstünde yarattığı hasarlar. Özellikle kadınların sorgulayıcı ve septik tavırları (yazarın ortaya koyduğu) yazarın da neden Hasan Hoca figürüne bu kadar bağlandığının açıkça göstergesi.
Yapısal açıdan bakılırsa romanın yazılış sürecini de ele almakta fayda var. UMAG’da yazı yazmak üstüne ders veren biri olarak Eroğlu’nun romanında ciddi mühendislik öğeleri var. Zaten yazar, yabancısı olduğu bu dünyayı anlamak adına araştırmacılarının yaptığı yüz yüze görüşmelerden de faydalanmış ama elbette ki karakterlerde bu tür bir hayatı yaşayan insanların ‘onaylamayacağı’ yanlar da var. Eroğlu da zaten bu durumu doğal olarak açıklıyor. Yine de karakterlerin tüm seçim ve davranışlarının arkasında ‘duygusal’ olduğu kadar somut kimi edinimler de var. Zaten bu edinimler Eroğlu’nun romanı yazması için ona yol vermişe benziyor. ”Ne yapardı?” sorusundansa verilerin ışığında ortaya konabilecek bir durum her daim romancı için avantaj yaratıyor, bu da Eroğlu’na yöneltilebilecek eleştirilerin ve suçlamaların da yolunu kapatıyor.
Romanın dil bakımından eleştirilecek bir noktası yok, sayfa sayısı ve romanın kalınlığı okur için başlangıçta bir ‘engel’ olabilecek denli çok görünse de Eroğlu’nun dil ve anlatımdaki rahatlatıcı durumu okur üstünde olumlu bir etki bırakıyor.  Eroğlu’nun romanı burjuva islamın ‘çekici’liğine değil ‘itici’liğine dikkat çektiği için muhtemelen islami burjuvaların ilgisini çekmeyecek, ama tarihe düşülmüş bir not olarak Eroğlu’nun söyledikleri bir öneri olarak tarihteki yerini alacak.

4 Eylül 2011 Pazar

STK Aldatmacasına Karşı Arundhati Roy’la Mevzileri Yeniden Tarif Etmek / Mesele


Küresel muhalefet ile enternasyonal muhalefet arasındaki fark nedir? Bugün, tüm dünyada gelişegelen sivil toplum siyasetinin 100 yılı aşkın süredir var olan devrimci mücadelenin diline karşı açtığı savaşın aslında özne olarak devrimci mücadelenin ta kendisine verdiği zararı nasıl reddedebiliriz. İngiltere’de ve tüm dünyada ‘sakıncalı kadın-militan yazar’ adledilen Agora Kitaplığı yazarlarından Arundhati Roy yeni dünyanın suskun siyasetine karşı başka bir siyaset öneriyor. Dövizlerden lolipoplara evrilen zararsız, devletin arka bahçesinde yürütülen siyasete karşı bayrak açıyor. Roy cumhurbaşkanlarının masalarında oturmaktan keyif duyan sivil toplum önderlerinin dünyasında bir ‘anti-heroine’ ama varlığı Hindistan’ın ormanlarındaki Maocu gerillalardan dünyanın tüm vazgeçmemiş öznelerine dek birçok insana ses olmak adına bir fırsat.
Hindistan’ın Türkiyeli Hâlleri
Bir yazar olarak Roy’u okurken öncelikle Roy’un siyasal perspektifini oluşturduğu toprakları ve o toprakların hikayesinin bizi anlatıyor olması. Özellikle Devrimci Karargah davası sürecinde ortaya çıkan ‘masumiyet karinesi’ kavramı etrafında dönen tartışmalar Hindistan’da POTA denen bir protokol çevresinde şekilleniyor. Ve bu protokol aslen halihazırda var olan tüm adalet mekanizmalarının bir reddi anlamına geliyor. POTA’nın uygulanışında en önemli rol de medyanın. Zaten artık ünlü dördüncü güç medya kuramı kendini bir kez daha doğruluyor. Yasama, yürütme ve yargının kolluk kuvveti olarak medya dünyanın tüm ‘gelişmekte olan’ ya da doğru deyişle kapitalizmin en vahşi kulvarına evrilmekte olan ülkelerinde aynı biçimde çalışıyor. Hindistan’da bir aile başına düşen yıllık tüketim kilogram bazında 100 KG’nin altına düşerken, 10 yıllık bu gerileme hadisesine rağmen Bollywood’dan Hindistan medyasının önde gelen kanallarında hala parlayan Hindistan’ın reklamları süregelmektedir. (Roy,2007,s. 71-74)
Bir başka parlayan ülke olarak Türkiye’de ise bugün üstünde tartışamadığımız şeyler var. Bunların birincisi de ana muhalefetin zayıflığı ve özünde muhalif bir tutum sergilemiyor oluşu. İşte bu noktada toplumsal muhalefet mekanizmalarının tamamının sivil toplum etrafında tezahür ettiğini görüyoruz. Roy bu meseleyi şöyle açıklıyor:
Bir şeyi fonladığınızda onu bağımlı hale getirirsiniz. Kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelir. Örneğin, Hindistan’daki büyük şirketlerin sanatçıları, yazarları, aktivistleri fonlayan bağlantıları vardır. Büyük maden fabrikaları üniversite kurarlar, bütün bir dağı delerken çevrecilere fon yaratırlar. Oldukça gerçek görünebilen sahte bir muhalefetin oluşumuna katkıda bulunurlar böylece, bu sahte muhalefet çok radikal de görünebilir, ancak yine de kontrol edilir.
“Birini fonlamak onu öldürmekten çok daha akıllıcadır”
NTV’de yaz gelmesiyle başlayan yeşil ekran bu sivil toplumcu bakış açısının bir ürünüdür. Bu ekran dahilinde program yapanların Doğuş Holding bünyesinde doğayı koruyan entelektüeller olduğunu söylemek yerindedir. Peki bu kiralanmış vicdan süreci ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Hele ki Doğuş Grubu’nun sahibi olduğu Garanti Bankası’nın Hasankeyf tarih ve çevre katliamını maddi olarak örgütleyen krediyi veren banka olduğu düşünüldüğünde bu durum iyice açığa çıkıyor. Peki bu varlık içerisinde, örneğin geçen yıl bu kanalda Yeşil Ekran’da program yapan Tuncel Kurtiz’in ekolojist perspektifi ne denli tutarlıdır. Aslında Roy bir cümleyle durumu çok güzel özetliyor: Birini fonlamak onu öldürmekten çok daha akıllıcadır. (2007, Roy, s. 255)
Bugün halkla ilişkiler ve reklamcılık tipi bölümlerde en yoğun ilgiyi gören konu başlığı şudur: Sosyal Sorumluluk Kampanyaları. İlk olarak sivil toplumun kapitale değen bu kısmına parmak basmakta fayda var çünkü bugün Türkiye’de ‘dev kuruluşlar’ sosyal sorumluluk süreçlerini bir rant ağına çevirmiş durumdalardır. Özellikle dikey değil yatay kapital örgütlenmesi yürüten kimi kuruluşlarda (bkz: Doğuş Holding) durum iyice karmaşık bir hâle gelmektedir.
Bir başka alan da modern sanattır ki, her imza kampanyasının ardında imzasını gördüğümüz entelektüellerin ve sanatçıların bu tarz ‘modern sanat’ pazarlama kurumlarında başrol oynadıklarını söylemek sanıyorum ki hiç de maceracı bir söylem olmayacaktır. STK’ler ve dolayısıyla kapitalin hayata reklam amaçlı dokunan kısmı böyle bir yanılgı yaratmaktadır. Örneğin çok bilindik bir sanatçı, İstanbul 2010 projesinden aldığı belirli bir bütçe nedeniyle Kadir Topbaş’ın muhteşem (!) çevre politikalarına ya da İstanbul’un yeniden betonarmeleştirilmesi sürecinde ve Kanalistanbul’da doğanın baştan insanca ‘fethedilmesine’ şerh koyamıyor oluşu tam da bu inorganik ilişkinin sonucudur. Kapitalin bağlayıcılığının doğal sonucu. Amacım burada bireyler üstünden bir tartışma yaratmak değil; ancak reklamın illüzyonu etrafında kurgulanan sosyal sorumluluk projelerinin yerini ve bu projelere omuz verenlerin içinde bulundukları yanılgıyı vurgulamak, o kadar.
“Sivil Toplum Yeni Soldur” Yalanı
Sol muhalefetin yerini almaya çalışan sivil toplum muhalefetinin sorunları ise bambaşka bir noktaya işaret eder. Bugün halihazırda görmekte olduğumuz sivil toplum Hegel’in sivil toplum kuramının bir üst aşamasıdır. Hegel’in kafasında kurguladığı modelde sivil toplum, benzer mesleki-ekonomik öznelerin dikey bir formda olsalar bile bir arada örgütlenmeleri sürecidir. Örneğin maden patronları ile madencilerin bir arada örgütlenişi; buradaki sınıfsal perspektif eksikliğini görmek için aslında Marx olmaya gerek yok; ancak Hegelci Sivil Toplum bugün üstüne bir de politik olma iddiasındadır ki bu politiklik bir perde arkası siyasetidir.
Sivil Toplumdan 133 Cesur Yürek Çıkar mı?
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da 133 kadar kişinin imzasıyla açıklanan bir bildirgeyi hatırlatmakta fayda var ve elbette Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can’ın konu ile ilgili yazdığı yazıyı. Ne diyordu Eyüp Can?
Onlar ’133 Cesur Yürek’. Birbirine taban tabana zıt fikirleri savunan 133 sivil toplum kuruluşu dün Diyarbakır’da yeniden buluştu…
Eyüp Can’ın bir başka müthiş tespiti de şöyle geliyordu:
Aralarında Ticaret ve Sanayi Odası da var, GÜNSİAD, DİSİAD ve Diyanet Sen de… En son geçen yıl bu zamanlar bir araya gelmişlerdi. Niçin biliyor musunuz? PKK’ya karşı ortak bildiri’ yayımlamak için. İstanbul’da PKK’ya karşı bildiri yayımlamak kolay, onlar en zor zamanda Diyarbakır’da kelle koltukta zor olanı yaptılar.
Bu 133 cesur sivil yürek nasıl tekrar tanımlanır peki? Bu ülkede garip bir biçimde bir Devlet-PKK eşitlemesi varken, Kürt iradesi ile devlet iradesi kamuoyu gözünde eşitlenmeye çalışılırken ‘Sivil toplum cesareti’ olarak adladırılan şey nedir? Devletin diliyle devlet dönüştürülebilir mi? Bugün sarı sendikalarla sendikal mücadele nasıl iş ve işçi bulma kurumuna döndürüldüyse, AKP’nin sivil toplumu da bir siyasal iletişim aracı olarak kullandığının farkında değil miyiz? Hangi sivil toplumdan bahsediyoruz? Tamamı beyaz yakalı ‘makul kürt’ nüfusundan oluşan sivil toplumun yapıtğı devlet dilindeki açıklamalar bizim için ne zaman muteber oldu?
Bir başka mevzu ise Avrupa Birliği gibi kapitalist organizasyonlardan nemalanan sivil toplum. Sanırım birini öldürmekten daha acılı olarak Roy’un tanımladığı kapital hegemonyanın vardığı en ölümcül nokta tam da bu olmalı.
Roy bugün plastik entelektüellerin evrensel bazda düştükleri ‘küresel entelektüel kriterleri’ ile fonlanan bir entelektüel konumunda olmadığından, yeri geldiğinde Hindistan’ın iç bölgelerindeki gerilaların sözcülüğünü yapabiliyor. Tabii, burada da şu durum ortaya çıkıyor: Roy neden modern yaşamın ortasında yaşamayı tercih ediyor?
Açıkçası Roy, modern yaşamın ortasında olmama tercihini söz söyleme yetisini kullanabilirliğine bağlıyor. Sözün ve eylemin tamamlayıcı işlevlerini göz önünde bulundurarak tamamlama kısmının sözle ilgili olanını yapıp moderniteyle savaşımı bu alana taşımak, genel olarak ‘sivil’ tabir edilen ‘liberal’ siyasetin tahakküme boyun eğen sınırlarıyla savaşmak istiyor.
Tabii ki bu Roy için üç aşamada problem yaratıyor: Birinci aşama şu ki, Roy hiçbir şekilde entelektüel camiadan kolaylıkla destek alamıyor, çünkü entelektüel camia her tarafı modernitenin bütçe mekanizmalarıyla sarılmış bir camia. İkinci aşama da şu ki Roy’un alanda legal bakımdan hem İngiltere hem Hindistan’da uğradığı bir baskı söz konusu ki bu entelektüel bir baskı değil. Bu legal bir baskı. Bir başka baskı ise, Arundhati Roy’un Maoculuk konusunda ideolog sayılması ile ilgili. Roy kendini bir Maocu ideolog olarak gölmediğini ancak direnişin safında yer tuttuğunu söylüyor. Kısacası o ne entelektüel bağımlılık hastalığından mustarip ne de sıradan bir partizan. Her noktada eleştirelliğini koruyan bir fikir militanı.
Militan kelimesinin hepimize böylesine yasaklandığı bir dönemde, bir çıkış kapısı olarak Arundhati Roy kitapları raflarda bizi bekliyor. Yarına devletin çizdiği haritaların eylem alanlarından değil, kendimize ait sokaklardan bakmamız için.
1) Roy, Arundhati. (2007) Ne kadar derine kazacağız? Çekirgeleri Dinlemek. Agora Kitaplığı
2) Roy, Arundhati. (2007) STK yapmacıklığı değil, gerçek mevzi mücadeleler. Çekirgeleri Dinlemek. Agora Kitaplığı
3) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1054315&Yazar=EY%DCP%20CAN&Date=16.07.2011&CategoryID=98
Bu yazı Mesele’nin 56. sayısında yayınlanmıştır

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Senaryo Yazarları için Psikoloji beyazperdenin sırlarını anlatıyor / Taraf 11 Temmuz 2011



Sinema ve psikoloji arasında nasıl bir bağ vardır? Yazar karakterleri yaratırken farkında olarak ya da olmayarak hangi psikolojik öğelerden etkilenir? Seyirciyi memnun edecek kapasitede bir senaryo nasıl yazılmalıdır? Seyirci izlediği filmi analiz ederken hangi yollara başvurmalıdır? Bu ve bunun gibi sorular senaryo yazarı William İndick’in Senaryo Yazarları için Psikoloji adlı kitabında cevaplarını buluyor. İndick kült ve popüler filmleri felsefe ve psikoloji ile harmanlayarak senaryo yazarlarına, yarattıkları karakterlerin ve seyircilerin hayal güçlerine kendi hikâyelerini nasıl yerleştirebileceklerini gösteriyor.

Psikolojinin ustalarına sözü devreden kitap ayrıca popüler ve alternatif sinema akımlarından sahneler ve karakterlere dair analizler barındırıyor. Farklı sahnelerin ve karakterlerin farklı filmlerde ortaya koydukları ortak özellikleri ve davranış benzerliklerini, bir filmde sigaranın kullanımının Freudian anlamından sanatsal durumuna dek analizini içeren kitapta en ilgi çekici noktalardan biri de normal şartlarda hiçbir bağ oluşturulamayacak karakterler arasında Oedipus sendromundan başlayarak birçok psikolojik başlık altında bir bağ oluşturması.

Sigmund Freud, Carl Jung, Alfred Adler, Erik Erikson ve Joseph Campell gibi isimlerin önderliğinde psikoloji ve sinema adına pek çok kuramsal bilgi barındıran kitap bu yönüyle sadece senaryo yazarları ve senaryo yazarlığı adayları için değil, sinema ve psikolojiyle bağı olan her insan için eşsiz bir kaynak. Agora Kitaplığı’nın Sinema Serisinden Erkan Yılmaz ve Yeliz Karaarslan çevirisiyle çıkan kitap 309 sayfadan oluşuyor.


20 Haziran 2011 Pazartesi

Fidel'in Gör Dediği / Taraf 20 Haziran 2011

Soğuk Savaş’ın başrol oyuncularından ve Washington’ın geleneksel düşmanlarından Fidel Castro’nun Obama’nın seçim sürecine ve yönetimdeki ilk yılına önemli bir bakış attığı kitabı Obama ve İmparatorluk Agora Kitaplığı’ndan çıktı.



Soğuk Savaş’ın başrol oyuncularından ve Washington’ın geleneksel düşmanlarından Fidel Castro’nun Obama’nın seçim sürecine ve yönetimdeki ilk yılına önemli bir bakış attığı kitabı Obama ve İmparatorluk Agora Kitaplığı’ndan çıktı. Sağlık sorunları sebebiyle günlük hayattan 2006 yılından bu yana uzak kalan Küba liderinin kendine özgü ve açık sözlü üslûbuyla dünyada yaşanan olayları ve Obama’nın tepkilerini paralel olarak incelediği kitapta Castro’nun ABD’nin ilk siyah başkanı olarak sınavına dair önemli kimi tespitleri yer alıyor. Irkçı bir toplumda bir siyah olarak seçilmiş olan Obama’nın devletin eski suçlarından ötürü mahkûm edilemeyeceğini savunan Castro, mevcut iktidar döneminde kendisinden önceki dönemin değirmenine su taşımaya başlayan Obama’yı ağır bir dille eleştirip yerine getirmediği talepler ve kabinedeki seçimlerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Fidel Castro, Küba-ABD ilişkilerinin neticede yeni bir yön alıp almadığına yönelik fikirlerini sunarken, küresel malî krizden iklim değişimi, çevre krizi, Washington’ın Latin Amerika’ya ayak uydurma süreci ve ABD‘nin Guantanamo üssü uygulamaları gibi birçok kritik siyasal olguyu da değerlendirmelerine katıyor. Castro’nun görüşlerinden oluşan 192 sayfalık kitap ABD’deki yeni dönemin ruhunu gözden geçirmek isteyenler için Osman Akınhay’ın çevirisiyle raflardaki yerini aldı.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Eşkıya Kitapçılara Kadar İndi / Taraf - 6 Haziran 2011


Eşkıya kelimesinin özellikle bugünlerde Türkiyeliler için diğer dünyalılardan farklı şeyler ifade ettiği ortada. Tam da bu dönemde “Eşkıya nedir, ne değildir, bir eşkıyayı iktidar sahipleri için sakıncalı yapan özellikler nedir?” sorularını soranlarınız varsa Eric J. Hobsbawm’ın kendilerine şık bir cevabı var. Hobsbawm’ın Agora Kitaplığı’ndan Osman Akınhay çevirisi ile çıkan Eşkıyalar isimli kitabı, Robin Hood’dan İnce Memed’e, Wu Sung’dan Bolşevik ‘Kamo’ ve Panayot Hitov’a yeryüzünün en tanınmış eşkıyalarının hikâyelerini anlatıyor.

Yaşayan en büyük Marksist tarihçilerden biri olarak kabul gören Eric J. Hobsbawm “büyük bir hareketle birleştiğinde, toplumu değiştirebilecek olan ve değiştiren bir gücün parçası” olarak tanımladığı eşkıyalığın türlerine de açıklık getiriyor. Hobsbawm, eşkıyalığın modern kapitalist döneme geçişle birlikte daha geniş kitlelere yayıldığını, eşkıyalığın kapitalizm öncesi, dönüşüm süreci ve kapitalizm dahilinde üç ayrı boyutu olduğunu öne sürüyor ve anlatısını buna göre kurguluyor. Kapitalizmin eşkıyalık kavramına ve kendini dayandırdığı açlık eğilimi ve yoksulluk durumuna etkisine dek giden Hobsbawm, kırsal tarımdan endüstriyel tarım sürecine geçişte eşkıyalığın değişen doğasını açıklıyor.
Osmanlı’daki on altıncı ve on yedinci asır Celali ayaklanmalarına dek dönen yazar, eşkıyalığın iktidarın tarihinden ayrı düşünülemeyecek denli önemli bir kavram olduğunu da öne atıyor.
İçinde farklı coğrafyalardan eşkıyalara dair çizimler ve fotoğraflar da barındıran kitap 282 sayfadan oluşuyor ve sosyalizm, kapitalizm gibi sistemlerle eşkıyalığın kurduğu bağı ve çelişkilerini de içeren ciddi bir analiz barındırıyor. Modern zamanların eşkıyalarının kim olduğunun tanımını yapmayı muhafazakâr liderlere bırakmak istemeyenler için Eşkıyalar biçilmiş kaftan.