4 Ekim 2011 Salı

Selanik'te Sonbahar / Kişisel Ve Resmi Tarihin Arasına Sıkışmış Bir Kurgu

Tuna Kiremitçi’nin yeni romanı Selanik’te Sonbahar’ı okumadan önce kitap hakkında yazılanları okurken dikkatimi en çok çeken, “Olay bir adada geçiyordu,” cümlesinden ibaret olan yorumdu.
Romanı okurken ‘olay’ın ne olduğunu, adanın neyi temsil ettiğini ve bunca karmaşık hikâyenin nerede durduğunu bulmak, sanırım okur kadar yazarın ta kendisi için de zor olmuştur. Aslında zaman algısını da mekân algısını da öyle ya da böyle reddeden romanda asıl mesele sade ve sadece karakterler, hisleri ve şu sorudur: “Ya olmasaydı” değil, “Mustafa Kemal oldu da ne oldu?”
Açıkçası, “Osmanlı Cumhuriyeti” isimli yüksek zekâ ürünü filmi izledikten sonra “Ya olmasaydı” kurgularını okumamaya/dinlememeye yemin etmiştim. Öyle ki, tarihin ilerlemeciliğine karşı duran ve 1923’ü böylesine kutsayan; ama ortaokul ezberinde “Osmanlı da o kadar kötü değildi, gururlu adamlardı,” demekten ileri gitmeyen yapımların ve yapıtların vardığı ve pop kültür içinde varabileceği noktayı görmüştüm.
Selanik’te Sonbahar, sorduğu soru bakımından kesinlikle ilk bakışta bunlardan ayrı duruyor. Edebi bakımdan benim kafamda art arda gelen sahneler ve karakterlerin kendi dillerinden içindeki duruma bakışlarını anlatımlarından yola çıkarak yaptığım tanımla, gişesi pek olmayacak bir filmin senaryosunun kişisel notlardan oluşan bir günlükle birlikte kitaplaştırılmış hâli, hele ki yazarın Vatan’da, Hürriyet’te ve Cumhuriyet’te son üç yıl içerisinde yazdığı yazılara ve geçmiş edebi kariyerine baktığınızda onda ‘iz bırakan’ ne varsa ideolojik ya da duygusal bakımdan fark etmeksizin bu kitapta olduğunu söylemek mümkün.
Kısacası, bu bir ‘roman’ diyemeyiz; Tuna Kiremitçi’nin tek kişi tarafından çıkarılan özgün bir fanzin oluşturduğunu ve bu fanzinde bizi iç dünyasındaki ve özel hayatındaki bütün karmaşanın içine çağırdığını, son yıllarda yaşadığı ideolojik kırılmanın sebeplerine ışık tuttuğunu görebiliriz.
Karakterleri Örerken
Kiremitçi daha önce Bu İşte Bir Yalnızlık Var romanında da işlediği müzisyen karakterini, bu sefer kurgusal olarak efsaneleştirmiş ve kendi kafasındaki müzikal kariyerinden kaynaklanan çeşitli ‘keşke’lerden ortaya Atilla’yı çıkarmış.
Atilla, çağında kitleleri arkasından sürükleyen bir romantik, ama o da Tuna Kiremitçi romanı karakterlerinin ‘kaçınılmaz’ sonunu yaşıyor ve inkâr ettiği ‘aşk’ın pençesine düşüyor.
Üstelik bu ‘aşk’ hikâyesi, Kiremitçi’nin yakın dönemde tabiri caizse kafayı taktığı müzisyenlerin ve hayatlarında insanların kılığına giren bir ölüm meleğinin gözlemi altında gerçekleşiyor.
Yazarın, yarattığı azrailin ağzından verdiği mesajda olduğu üzere gerçek bir ölüyü öldürmek ile hayatı tatmakta olan birini öldürmek arasındaki fark ise, aşkın hayatın önkoşulu olduğuna dair vurgusundan kaynaklanıyor.
Normal şartlarda, kitaptaki isimleri üst üste koyduğumuzda Atilla’dan Mete’ye lisenin Genel Türk Tarihi dersine kadar dönüyoruz; ama sanırız asıl meselemiz Samsun’a çıkamamış Kemal Paşa ve 1923 model Kemalizmin (sürekli patinaj halindeki) iflah olmaz sorusu oluyor: “Kemal Paşa olmasaydı nerede olurduk?”
Elbette Kiremitçi, romanını Mustafa Kemal’den bir dev yaratmak amacıyla yazmamış; aksine, iyimser bir okur bu kitabı eline aldığında Mustafa Kemal’in sekülerleştiğini dahi düşünebilir, ki Türkiye’de bunu yapmak kısa bir vakit öncesine kadar cesaret isteyen bir işti, ellerinde ‘kafamızdaki Atatürk’ kalıpları ve mezuralarıyla Kemalizm ölçen tarihçilerimizden nasibini alması işten bile olmazdı Kiremitçi’nin elimizdeki kitapla.
Kemalist namusçuluk, aslında bu kitaba fazlasıyla takabilirdi.
Örneğin Atilla’nın aşk yaşadığı Fikriye ve Latife’nin kutsamacı Kemalist kültür dahilinde fanusta saklandığı düşünüldüğünde, Mustafa Kemal’in hayatına girmiş kadınlar olarak bir aşk romanında yer almaları ‘yeni’ bir şey, hele ki bir başkalarının aşkı iken Fikriye ve Latife Hanım’ın adaşları.
Zaten, Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’in hayatındaki yeri bile fısıladanarak dile getirilirken, Fikriye adını (başka bir karakter üstünde taşısa bile) bir başka alternatif evrende bir başka bedende kazınmış bir aşk olarak görmek fazlasıyla olağandışı.
Politik Harikalar Diyarı
Kitap hakkında söz söylerken açıkçası yazarın politik durumu hakkında da bir şeyler söylemek şart. Buket Aşçı’yla yaptığı söyleşide, Buket Aşçı’nın romanla ilgili amacına dair sorusuna cevaben Kiremitçi’nin söylediklerine dönelim:
…“Atatürk olmasaydı ne olurdu” her aklı başında insanın en az bir kere düşündüğü bir şey. Haliyle, romanı bunun üzerine kurmak sıradan olurdu. Bu yüzden soruyu başka türlü sordum. Yani “Atatürk oldu da ne oldu?” şeklinde. Bütün bir cumhuriyet macerasından sonra hangi noktaya geldik? Mirasın değerini biliyor muyuz? Yoksa 1923-2002 arasını bir parantez olarak görüp geçecek miyiz?1
Kiremitçi’nin yaşadığı dünyanın nasıl bir dünya olduğu ilgi alanımız dışında olmakla beraber, 2002’yi ‘yeni’ bir dönemin başlangıcı değil, ısındırılmış bir yemeğin servisi olarak görmek gerektiğine inananlardanım.
Aynı ulus-devlet, aynı anayasa, aynı ordu, aynı bayrak, aynı milliyetçi hezeyan etrafında kurgulanan bir ‘ulus bilinci’nin Türkiye’deki azınlıklar ve ‘ezilenler’ için şu an bambaşka bir şey ifade ettiğini söylemek yanlış olur.
Oysa Kiremitçi 2002’yi milat olarak çizmiş ve kurgusunun başına da böyle yansıtmış.
Aslında ben de ‘Mustafa Kemal oldu da ne oldu?’ diyenlerdenim.
Ama Kiremitçi’nin sitemi ‘biz’ Mustafa Kemal’i takip etmeyenlereyken, benim sitemim Mustafa Kemal ve kurucu kadronun ta kendisine. Bir Cumhuriyet bu kadar mı ‘yanlış cumhuriyet’ kurgusuna kurban gidebilirdi ya da 1920’nin meclisiyle 1923’ün meclisi arasındaki farkın yarattığı sitem benim vurgum olabilirdi.
Öyle ki, bu noktada “Mustafa Kemal olmasaydı ne olurdu?” edebiyatı ile Tuna Kiremitçi’nin “Mustafa Kemal oldu de ne oldu?” sorusu arasında çok büyük bir fark görülemiyor.
Kitabın ve Kiremitçi’nin söylemlerinin kendisi, Kiremitçi’nin kitabı yazarken farklılaşma noktası olarak ortaya koyduğu şeyin inkârı anlamına geliyor.
“Mustafa Kemal’i Sahiplenmeden
Aydın Olunamaz”
Aslında Kiremitçi’nin günlük hayatında da sık sık söylediği bir şey var, ki bu da Mustafa Kemal’i kabullenme ve sevmenin ‘aydın’ biri olmada önkoşul olması. Aydın gibi nötr bir kavramı kullanmaktan çekinsek de de, bu kavramın olumlanmış biçiminin illa ki Mustafa Kemal damgalı olması gerektiğini düşünmeyi Yılmaz Özdil tipi ulusalcılığın bir örneği olarak görebiliriz.
“İnsan para gibidir, güneşe tuttuğunda içinde Atatürk’ü görmüyorsan sahtedir” türündeki bakış açılarıyla bu entelektüel tasviri arasındaki derinlik farkı sadece cümleyi kurandan kaynaklanır, ki kendisi başarılı şiirler de yazmış bir şair olduğundan Kiremitçi okurda biraz da hayal kırıklığı yaratabilmektedir.
Zaten, Türkiye’deki ‘yeni aydın’ kitlenin MTTB’nin bütün değerlerini bize ‘yeni değerler’ olarak tanıtmaya çalıştığı dönemde 1920’lerin ruhuyla ‘diriliş’ arzulayan bir edebiyatın gerçekçi olduğu söylenemez.
Sol içi edebiyat bile 1980 sonrası ruhuyla hesaplaşmayı denerken ulusalcıların kıl kıpırdatmaması ve hâlâ ‘ulus ruhu’ndan bahsetmesi (bahsi geçen röportajda yer alan bir başka cümlede), cumhuriyeti ‘başarılı’ bir devlet projesi olarak lanse etme çabaları biraz da kalan son segmentin okuruna göz kırpmak gibi geliyor, ki bu da ‘okur’ olarak kitapla öyle ya da böyle arası iyi olan Kemalist okurun sırtını sıvazlamak adına iyi bir efor sayılabilir.
Livaneli ve Kiremitçi ile
“Ada”yı Düşünmek
Zülfü Livaneli’nin Ada romanını okuyanlar, Tuna Kiremitçi’nin adasından ne beklemeliler? Belki de asıl sorulması gereken soru bu. Aslında Zülfü Livaneli’nin bir çeşit 12 Eylül modellemesi olan Ada’sıyla, Tuna Kiremitçi’nin Ada’sı arasındaki fark ada sakinlerinin durumundan kaynaklanıyor.
Ada, bir sürgün edilmişler diyarı; oysa Livaneli’nin adası bir kaçış cennetinden cehenneme dönerken Kiremitçi’nin adası toplumun ‘kirli’ adlettiklerinin ‘temizlendiği’ bir yer değil; aksine onların oldukları gibi kaldıkları bir yer.
Bir Politika Alanı Olarak Edebiyat
Tuna Kiremitçi edebiyatını bir savaş alanı olarak kullanıyor, öyle ki, onun ideolojik hegemonya paslaşması arasında tuttuğu saf edebiyatçı ile politikacı arasındaki farkı gözetememesinden, dahası hem edebiyatçı hem politikacı olabilen, bu ikisini nemalanmadan yapabilen insanlarla benzeşmemesinden kaynaklanan bir olmamışlık hali de var.
Örneğin, ADD’nin böyle bir sitemkâr romanı basmak istemesi doğal karşılanabilirdi. ‘Sahip çıkılmayan ideolojik değerlerimiz’ temalı bir romanın satma ihtimali elbette yüksektir.
Mühim olan edebiyatçının durumuyken, politik duruşun ve edebi yeteneğin ötesine taşınmaya çalışılan roman, bir şekilde Kiremitçi’nin kurgusuyla birleşince ebedi nitelik fazlasıyla geriye düşmüş, öyle ki Kiremitçi’nin daha önceki kitaplarını okuyanların öngörebileceği tasvirler ve duygular var kitapta.
Kitabı kitap yapan bir gözlem değil, kurgunun ta kendisi.
Bu noktada politik duruş, romanı romanlıktan uzaklaştırıp bir film kurgusuna döndürüyor. Yazarı da bir bildiri yazarı konumuna getiriyor.
Bir bildiri yazarının da edebi açıdan geçerliliği olan şeyler yazması mümkündür; ama hedef saptama konusunda Kiremitçi’nin pek de başarılı olduğu söylenemez.
Ayabakanlar ve Yolda Üç Kişi’nin kredisi yüksek, Kiremitçi’nin bu yolda yürümeye ‘rahatça’ devam etmesi belki de bundan. Ama yazarın kendisini böylesine anaakım bir alandan radikal bir grubun temsilcisi düzeyine çekmesi de bir edebiyatçı adına ne kadar doğru bir ihtiras, tartışılması gereken aslında budur.
Murat Uyurkulak’ın geçtiğimiz haftalarda Taraf Kitap’ta yaptığı edebiyatçıların kapak yıldızları haline geldiği yeni kitlesel ürün edebiyatı tarzına dair bir şeyler söylemek de söz konusu Tuna Kiremitçi olunca farz haline geliyor.
Öyle ki müzik, sinema, edebiyat gibi farklı dallardanu üretim yapan ve kanımca bilincini en çok da müzik meşgul eden biri olarak Tuna Kiremitçi kapitalist ‘güzel’ erkek biçimciliğini de en iyi biçimde kullanmaktan çekinmiyor.
Hatta yer yer, edebiyatını magazinel bir gerçeklik üstüne kurguluyor, gündemini yaratıyor ve bu gündem üstünden çoğu iyi edebiyatçıya nasip olmayacak bir tanınırlığa sahip olma şansına hızla erişiyor.
Kiremitçi’nin, hayatta bulunduğu yer elbette konumuz değil; ama bir edebiyatçının medyanın heteroseksist düzleminde nasıl yer bulduğunu görmek açısından Kiremitçi iyi bir örnek. Bunu en çok da Kiremitçi’nin basında yer alış biçimini göz önüne aldığımızda anlayabiliyoruz.
Türkiye Basını’nın gökten Amerikan tipi medya özentisi kodlu zembille inen ‘gururu’ Ayşe Arman’ın Kiremitçi’nin sevgilisi ile yaptığı röportaj sahiden tarihe geçecek nitelikte. İki kadının yaptığı röportajın medyada ses getiren kısmı ‘esas çocuk’ üstüne.
Erkeğin böylesine öne çıkarılmasına fırsat veren durumlar özellikle bir yazar için ‘ekonomik’ açıdan getirilere sahip olabilir; ama asıl tartışılması gereken Kiremitçi’nin bir edebi figür olarak kendi romanlarındaki ‘ölümden daha romantik bir şey tanımayan’ adamlara o kapaklarla ne kadar sadık kaldığıdır belki de.
Kiremitçi belli ki insanın kaçınılmaz değişkenliğini tecrübe ediyor. Ama bu değişkenliği tecrübe ederken aşması gereken duvarların kendisi de farkında. Bu duvarların medyanın ve ktapitalist edebiyat alanının duvarları olduğu ortada, peki ya bunu yaparken bir lobiyle bir pazar arasında seçim yapmak zorunda kalan edebiyatçının dilemması?
İşte bu noktada Kiremitçi’ye de ‘varlığını’ sürdürmek zorunda olan bir yazar olarak suçlama yöneltemiyoruz; öyle ki ‘satan’ kitaplar yazan ve tanınan bir yazar olmak her anlamda bir yazara farklı sorumluluklar yüklüyor. Peki ya yazar olmanın getirdiği sorumluluklar? Günümüzde bunlar hep başka bahara bırakılıyor.
Peki ya bu ‘sorumluluklar dünyası’ terk edildiğinde yazara yeni bir gerçeklik yaratmak adına nasıl bir şans kalıyor ya da yazarın önündeki ‘eseri’ şekillendirmesi neye bağlı oluyor? İslami damar güçlüyse işin içine şeyhlerin, Kemalizm güçlüyse kemalistlerin terminolojisini katmanın bu kapak fotoğraflarından farkı ne? Zamanın ruhu ile yapılan kitleye yönelik edebiyat sizce neyi ne kadar ifade ediyor?
Kiremitçi’nin bu sorulara vereceği bir cevabı var mı bilemiyorum; ancak kitlesel ve satış amaçlı edebiyatın tamamının yükünü kendisinin sırtına yüklemek de her anlamda talihsiz bir duruş olacaktır, tıpkı Kemalizmin ‘şanlı’ tarihini kurtarma görevini üstlenen edebiyatçının olduğu gibi. 1938 Dersim’den 1915′e, 6-7 Eylül’e dek Kemalist rejim ve götürdükleri üstüne ‘tarihsel’ bir bakış açısıyla bir şey yazmanın çok daha zor olduğu ortada. Oysa hamaset, edebiyatın yeni ve takipçisi bol bir türü olarak, yeni okur segmentleriyle çok daha kullanılmaya açık bir taktik. Ne demek gerekir? Selanik’te Sonbahar’ın sorduğu soruyu biraz değiştirerek bitirelim: Selanik’te Sonbahar yazıldı da ne oldu?
Mesele Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır

1 yorum:

  1. Birçok "Kemalci" yazar için sorduğum bir soru var: "Bu zat gerçekten Kemalci mi? Yoksa (daha da kötüsü), Kemalcilik mi pazarlıyor?" Bu soru Tuna Kiremitçi için de sorduğum bir soru tabii ki... En kötüsü de hem Kemalci olup hem Kemalcilik pazarlamak. "Yakışıklı Yazarımız"a en çok uyan da bu galiba...

    YanıtlaSil